TÜRKİYE YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ, SORUNLAR VE DEĞERLENDİRMELER

Kasım 14, 2020

|

Kategori:

TÜRKİYE YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ, SORUNLAR VE DEĞERLENDİRMELER

GİRİŞ

Herşeyden önce, Türk-Yunan dostluk ve işbirliğinin her 2 ülkenin mutlak yararına olacağına inanan bir kişi olarak, bu konuda pek iyimser olmadığımı belirtmek isterim.  Bu duygumun nedenlerini ve birşeyler yapılabilir mi konusundaki düşüncelerimi yazımın 2. Bölümünde irdelemek istiyorum. Bu arada,  birkaç hafta önce yazdığım “ Türkiye ile Yunanistan arasında Hava sahası sorunları “ ile ilgili yazımda bazı hususlara değinmiştim. Şimdi bu konular da dahil  ilişkilerin genel bir analizini yapmak, tabir caizse, MR’ını çekerek, sorunlara kendimce çözüm yolu bulmak için bazı ipuçları bulmaya, uyuşmazlık konusu sorunların bir çözüme ulaştırılup  ulaştırılamıyacağını  incelemeye çaba göstereceğim. Özünde  basit görünen ancak çeşitli nedenlerle karmaşık hale getirilmiş bulunan konulara,  bazen umud veren, bazen umud kırıcı şekilde değinmek zorunda kalacağımı biliyorum.

Bu yazıda amacım Türkiye ile Yunanistan arasındaki  gelişmelerin tarihini ve bu tarihten gelen veya günümüzde ortaya çıkan sorunları ayrı ayrı irdelemek değildir.  Esasen bu konular birçok tarihçi ve siyasi analist tarafından ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bununla birlikte,  okuyucunun hafızasını tazelemek amacıyla, tarihi gerçekleri ve günümüzdeki çeşitli sorunları kısaca gözden geçirmenin yararlı olacağını ve bu suretle ikili ilişkilere bütüncül bir açıdan bakmanın  mümkün olabileceğini düşünüyorum.

Yazıyı bugünlerde yazmanın zamanı mı sualinin cevabı okuyucuya göre değişebilir.

PSİKOLOJİK ETKENLER

Türk ve Yunan  halklarının  iki ülke ilişkilerine genel bakışındaki temel farklılıkları gözlemlememek mümkün değil. Türkler tarihten gelen askeri özgüven duygusu, ülkenin stratejik derinlik yaratan coğrafi büyüklüğü, nüfusu, sanayileşmedeki   başarıları gözönünde tutarak, sanki Yunanistan’ı  ciddiye almayan bir düşünce yapısına sahipler.  Yunanistan’ın her fırsatta ülkemiz aleyhine çalıştığını, bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmak istemediğini  bildikleri  halde, genel bir endişe ve düşmanlık havası sezilmiyor, sanki  bir çatışma çıkması durumunda Türkiye’nin tehlikeyi  kolaylıkla  bertaraf edeceğine kesinlikle inanılıyor ve Yunanistan’ın niye böyle davrandığını  anlamakta zorluk çekiliyor.  Türkiye’de Yunanistan karşıtı genel bir hava yaşanmıyor, sistematik şekilde  Yunan düşmanlığu aşılayan bir kurum yok. Genellikle Türk halkı ve kurumları Yunanistan’ın tahriklerine, gayri hukuki davranışlarına tepki göstermekten ileri gitmiyor, son derece sakin ve sabırlı davranıyor,  sadece haklarını  korumak istiyor ve olayları büyütmek amacı taşımıyor.

Yunanistan tarafından bakınca durum hiç de normal bir görünüş arzetmiyor. 400 yıla yakın Osmanlı  buyruğunda yaşamış olmanın yanısıra istiklal savaşı ve Kıbrıs barış harekâtı ile yaşananlanlar sanki Yunanlıların bitmez tükenmez hırsları ile kinlerinin  birleşmesine  neden oluyor ve bu da olumsuz bir hava yaratıyor. Bu konuda kilise, politikacı ve fanatiklerin etkisi tartışılamaz.  Yunan politikası,  üçüncü ülkelere güvenerek Türkiye üzerinden avantaj sağlamaya devam etmek üzerine dayanıyor izlenimi veriyor.  Bu durumda iki ülke arasında, dostça, adalete ve hakkaniyete dayalı çözümler bulmak zor  gözüküyor.  Bu yaklaşımın daha önce, 20. yüzyıldaki  2 olayda ne kadar maliyetli olduğunu anlayamamaları esef vericidir. Gene de,  genel olarak bakıldığında, Türkiye ve Türk halkının  önemli bir kısmının, Yunanistan ve Yunan halkı ile dostça ilişkiler içinde yaşamak istediği açıkça görülmektedir. Aynı duyguların Yunan halkının önemli bir bölümü tarafından da paylaşıldığına inanıyorum.  Tarafsız bir gözle bakıldığında dünyada , dil, din ve etnik farklılıklarına rağmen yaşam tarzları, eğlenceleri, yemek kültürleri vs açısından birbirine bu kadar yakın  komşu iki Ege ülkesi halklarının böylesine düşmanca bir ortamda yaşamaya mahkum edilmeleri anlaşılır gibi görünmüyor. Bununla birlikte, iç dinamikler ve olumsuz gelişmelerden yarar sağlayan politikacıların, her ülkede bolca mevcut fanatik kişilerin, aşırı milliyetçilerin, bölgeye müdahil olmak isteyen üçüncü ülkelerin, iki ülke arasında kalıcı bir uzlaşma ortamı sağlanmasını engellemek için  her türlü çabayı sarfettikleri gözden kaçmıyor.

Bu arada, Yunan iç savaşı, Albaylar rejimi, son ekonomik kriz dönemi sürecinde,  Türkiye’nin, özel bir çıkar sağlamaya çalışmadığını, Yunanistan’ın NATO’ya dönüş sürecinde zorluk çıkarmadığını, İstiklâl savaşı sonrası Atatürk ve Venizelos arasında iki ülke arasında kurulmak istenen dostluk ilişkilerini, 1930 Ankara anlaşmasını, 1934 Balkan Antantını, 1976 Bern mutabakatı dahil çeşitli uzlaşma girişimlerini ve 20. Yüzyıl sonlarında  deprem dönemindeki karşılıklı yardımlaşma  ve dostluk havasını  hatırlamak gerekir. Tüm bunlara rağmen günümüze uzanan kalıcı bir barış ortamı yaratılamamıştır. Yazımızın bundan sonraki bölümünde iki ülke arasındaki anlaşmazlıklara kısaca değineceğiz ve daha sonra, Ege’nin bir dostluk ve işbirliği denizi olabilmesi için genel olarak neler yapılabileceği hususlarını değerlendirmeye çalışacağız.

EGE HAVA SAHASI VE FIR

Daha önceki bir yazımızda Ege hava sahası ve FIR konularındaki anlaşmazlıkların,  Yunanistan’ın hiçbir hukuki   temele dayanmadan,  Ege denizinin  tümünde  anlamsız  bir hakimiyet iddiasında bulunmasından kaynaklandığını ve  salt bu nedenle iki ülke arasında çeşitl krizlerin çıkmasına neden olduğunu açıklamıştık. Bu yazımızda  diğer anlaşmazlık konularına kısaca değineceğiz.  Bu arada, genel olarak, hukuk, ikili ve çok taraflı anlaşmalar hükümlerine uyulduğu ve adalet, hakkaniyet ve iyi komşuluk kurallarına saygı duyulduğu taktirde, kolay olmasa bile, Ege’de sürdürülebilir bir dostluk ve  barış ortamı sağlanmasının  mümkün olduğuna inandığımı tekrar  belirtmek isterim.  ( Hava sahası konusunda bakınız:  www.istemi parman,com.tr /  Ege hava sahası ve FIR konusu )

BATI TRAKYA KONUSU

Osmanlı imparatorluğunun., Balkan savaşları ve 1. Dünya savaşındaki mağlubiyetleri sonucu, Batı Trakya Yunanistan egemenliğine geçmiş ve Lozan ‘da bu durum kabul edilmek zorunda kalınmıştı.  Türkiye, halkının büyük çoğunluğu Türk olan  bölge konusunu 1967’de Yunanistan’da Albayların iktidarı ele geçirmesine kadar, siyasi bir sorun haline getirmemişti. 1967’de Albaylar rejimi Lozan Andlaşmasının açık hükümlerine rağmen, eğitim, tapulu mallara el koyma, halkı bölgeden uzaklaştırma ve müftü seçimi gibi konularda, bölgede yaşayan Türk toplumu  üzerinde baskı yapmaya toplumu her vesileyle tahrik etmeye başlamıştır. Toplumun seçtiği müftüyü tanımayan Atina,müftüyü kendi atamış, zaman zaman müftüleri hapse mahkum etmiştir. Bu ihlallere karşı Türk toplumu  tarafından açılan davalarda  AİHM ‘nin, Türk toplumunun dini özgürlüğüne müdahale olarak kabul ettiği kararları da israrla tanımamaya  devam etmektedir.

Türkiye sözkonusu olduğunda, hukuk devleti ve insan hakları ihlalleri konusunda hiçbir fırsatı kaçırmayan Avrupa Birliği ve üye ülkeler,  AİHM kararları,  Avrupa Konseyi’nin uyarıları ve Lozan Andlaşması  hükümlerinin insan haklarına ilişkin hükümlerinin  ihlali karşısında herhangi bir tepki göstermemekte, çifte standart uygulamasının tipik  örneklerini vermeye devam etmektedirler. Türkiye, daha sonra birçok konuda da açıklayacağımız gibi, bu alanda da, uluslararası hukuk ve andlaşmalar çerçevesinde tanınmış haklarına riayet edilmesi  dışında bir talepte bulunmuyor, ancak Türkiye’nin her türlü girişimi Yunanistan tarafından tarafından bir tehdit olarak gösteriliyor ve bu yaklaşım AB tarafından kabul görüyor. Bu durumda AB’nin kendi kuruluş felsefesine aykırı bir davranış  içinde olduğunu ve uluslararası alanda giderek tarafsızlığını ve saygınlığını yitirdiğini ileri sürmek her halde yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede, hemen her  konuda tarafsız ve adil davranmayan AB’nin , bu tutumunu  değiştirmedikçe, muteber bir arabulucu olarak kabul edlmesi ve Yunanistan ve Kıbrıs’la olan anlaşmazlıkların çözümüne olumlu katklıda bulunması  güç gözüküyor.

EGE’DE KARASULARI

Karasuları ülkelerin kara parçalarını çevreleyen  denizlerde , aynen karalar üzerindeki  gibi, mutlak egemenlik haklarına  sahip oldukları bölgelerdir. 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi karasularının en  çok 12 deniz mili olabileceğini  öngörmüştür. Bu ifade, diğer kıyıdar devletlerin hak ve çıkarlarının gözetilmesi gerektiğini dikkate alarak, karasuları hududunun  12 milin altında saptanabileceğini anlamına geliyor. Böylece, özel denizlerde  kıyıdar ülkeler arasında,  belki asırlar boyu sürecek anlaşmazlık ve çekişmelere engel olma amacı açık olarak belirtilmiştir.

Adaların karasuları vardır, İki ülkenin  ulusal karasularının  toplamının  karalar arasındaki mesafeden fazla olması, bir başka deyişle karasularının çakışması halinde, karasuları hududu,  iki ülke karasına eşit mesafedeki noktaların oluşturacağı bir hatla saptanmaktadır (ortay hat).

Ege  yarı kapalı, dolayısıyla özel  bir denizdir.  Türk ve Yunan’ın karasuları 6 mildir. (Türk karasuları Akdeniz ve Karadeniz’de 12 mil, aynı şekilde İyon denizinde de Yunan karasuları 12 mil). Bu konuda Yunanistan’ın   Ege’de karasularını  12 mile çıkarmak için uygun ortam kolladığına kuşku yoktur. Yunanistan’ın böyle bir karar alması halinde ise, iki ülke arasında çok ciddi sorunlar çıkabilecektir. Nitekim, Türkiye, TBMM’nin  1995 yılında kabul ettiği bir kararla, Yunanistan’ın karasularını  Ege ‘de 12 mil’e çıkartması halinde , bunun neticesine katlanmak durumunda kalacağını belirterek kararlılığını açıkça göstermiştir. Bu ifadenin savaş nedeni  (casus belli) anlamına geldiğine kuşku yoktur. Bu suretle, Yunanistan yanlış bir davranışta bulunmaması ve barış’ın tehlikeye düşmemesi için peşinen uyarılmıştır.

Gerçekten, Yunan kıta karası ve Ege adalarının  karasularının toplam alanı, bugün için,  Ege’nin % 40’ını kapsarken,  karasularının 12 mil’e çıkması ile bu oran % 70 olacak, Ege açık deniz alanları   % 51’den % 19’a inerek ciddi şekilde küçülecektir. Türk karasuları Kuzey Ege’deki %’10’luk payı yaklaşık aynı oranlarda kalacaktır.. Böyle bir gelişme  Ege sahillerinde  Türkiye’ye sadece vatandaşlarının ve turistlerin yüzeceği kadar bir su parçası bırakacak, tüm Ege’yi, ortasında “açık deniz havuzu” bulunan bir Yunan denizi  haline getirecek, önemli bir sanayi ve yerleşim bölgesi olan Türkiye’nin batısı  açık denizlerden koparak “landlock” bir kara  parçası haline gelecektir. Bunun sonucu olarak, ekonomik kayıpların yanısıra, Türk donanması ve hava kuvvetleri Yunanistan’dan izin almadan Akdeniz’e açılamayacak, Ege’de manevra ve tatbikat yapamayacaktır. Böyle bir durumun  oluşmasına  hiçbir şekilde izin verilemeyeceği açıktır ve TBMM’nin kararı her zaman geçerliliğini ve önemini koruyacaktır.

Yunan karasularının 12 mile çıkarılması, bugün için, gayri hukuki ve anlamsızbir şekilde ileri sürülen 10 mil hava sahasının da otomatik olarak 12 mile çıkarılmasını sağlayacağını belirtelim.

EGE KITA SAHANLIĞI

Ege denizinde ve denizin altındaki zenginliklerin paylaşılması hususu Türkiye Yunanistan arasındaki başka bir anlaşmazlık  konusudur. Kıta sahanlığı tarifi icabı, açık denizlerin karasuları hududundan başlayan ve 200 mile kadar uzayabilecek kısmında kıta ülkesine bazı özel haklar tanınmasına olanak sağlayan bir kavramdır. Ege denizinde bu ölçüde mesafeler sözkonusu olmadığı cihetle, kıta sahanlığı sınırlarının 2 taraf arasında bir anlaşma ile belirlenmesi gerekiyor. Batı Anadolunun jeolojik yapısı Anadolu kıta sahanlığının,  Ege denizinin açık deniz bölümünün önemli bir kısmını kapsayacak şekilde, Yunan kıtasına yaklaştığını göstermektedir ve Ege’nin derinlik haritası en derin bölgelerin Yunan kıtasına yakın olduğuna işaret etmektedir. Ege denizinin açık deniz bölümünde, kıta sahanlığı sınırı, derinlik esasına, bir başka deyişle kıta sahanlığının coğrafi ve hukuki tanımına uygun olarak veya  ortay hat ya da düz hat çizgisi ilkesine göre saptanabilir. Bu ilkelerden birinin tercihinin 2 ülkeden biri için daha avantajlı bir durum yaratacaği için, 1976 Bwern mutabakatından bu yana, yarım asra yaklaşan bir süredir gündemde olan bu konuda  bir uzlaşma zemini bulunamamıştır ve 2 taraf da, mevcutsa  Ege’nin yeraltı zenginliklerinden , gerektiği gibi yararlanamamaktadır.  Bu konuda , Türkiye ana kıta’ya uzak adaların kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge’ye (MEB) sahip olmadığını ileri sürmektedir ve bu görüş  Uluslararasında da  kabul görmektedir. Kaldı ki, Kuzey ve batı Ege adaları ile 12 ada, Rodos ve Meis adasının Anadolu ve Trakya kıta sahaları üzerinde ve hatta  bazıları Türk karasulaı mesafesi içinde bulunuyor. Bu çerçevede sözkonusu adaların kıta sahanlığı olmadığını, ancak 6 mil karasuları olduğunu  tekrar hatırlatalım.

Ege’de Yunan karasuları 12 mile çıkarıldığı taktirde,  sınır hangi yöntemle kabul edilirse edilsin,  Yunanistan  hakkı olmayan bir büyüklükte kıta sahanlığı alanına da sahip olacaktır. Salt bu husus bile, Türkiye’nin Ege’de karasularının 6 mille sınırlandırılması konusundaki  kararlı tutumunda ne kadar haklı olduğunu açıkça göstermektedir.

KUZEY VE DOĞU EGE ADALARI

Batı Anadolu’yu kuşatan adaların bir kısmı  Balkan savaşları sırasında, 1912 ekim aralık döneminde, Yunanistan tarafından  işgal edilmiştir. ( Sakız, Midilli,  Sinam, İkarya, Dozbaba,  İpsara, Semadirek, Taşoz, Gökçeada, Bozcaada, Tavşan adası )  1913 Londra konferansında 6 büyük devlet, 12 adayı İtalya’ya, Yunan işgali altındaki doğu ve Kuzey Ege adalarını da Yunanistan’a vermiş,  Sevr anlaşması ile de bu durum aynen kabul edilmiştir. Dolayısıyla, Birinci Dünya savaşı sonunda Osmanlı imparatorluğu egemenliğinde hiçbir ada kalmamıştı.  Lozan andlaşması ile  işgal altındaki adalarla ilgili fiili  durum  kabul edilmek zorunda kalınmış, ancak bu arada, Osmanli devletinin Sevr anlaşması ile tüm haklarından vazgeçtiği Gökçeada, Bozcaada ve tavşan adasının  geri alınması  mümkün olabilmiştir.  Lozan heyeti Meis’i de geri almak için çok çaba sarfetmiş ise de, 1. Dünya savaşı galibi ve o dönemde dünya’nın hakimleri durumundaki, İngiltere,  Fransa ve İtalya’nın sert baskı ve muhalefeti sonucu bu mümkün olamamıştır.

Balkan savaşı sırasında Ege adalarının  kolaylıkla kaybedilmesinin temelinde, sultan Aziz’in çabalarıyla dünyanın 3. Büyük   gücüne ulaştırıldığı ifade edilen Osmanlı donanmasının, Sultan Abdülhamit’in saltanatı boyunca çürümeye terkedilmesi,  denizcilerin eğitimsiz ve  silahlarının bakımsız ve yetersiz olması önemli bir etken olmuştur. Sultan Abdülhamit’in bu tutumuyla neyi amaçladığı hususunda çeşitli fikirler ileri sürülmektedir. Sonuç olarak, Balkan harbi sırasında, donanmanın Çanakkale boğazından çıkması ve savaşması  mümkün olamamıştır. Nitekim, adaların işgali sırasında Çanakkale boğazından Ege’ye çıkmaya çalışan Osmanlı donanmasından geri kalan birkaç gemi, Yunan donamasının müdahalesi sonucu geri dönmek zorunda kalmıştır. Bu durumda, adalardaki birkaç kişilik kolluk gücünün, doğal olarak, Yunan işgaline karşı koyabilmesi de mümkün olamamıştır. Londra konferansında bu adalar Yunanistan egemenliğine  bırakılırken, büyük devletler temsilcileri,  Gökçeada ve Bozcaada dahil tüm adaların nüfusunun rumlardan oluştuğunu, adalarda bir tek türkün bulunmadığı tezini  israrla ileri sürmüşlerdir. Bu husus Lozan konferansı sürecinde de tekrarlanmıştır. Ege denizindeki adaların kaybının, tarihsel 2 temel nedeni daha vardır. En önemlisi, Osmanlı’nın genel stratejik yaklaşımındaki yanlışlıklar toplamıdır. Güçlü olduğu dönemde doğu’da Irak’tan Yemen’e, Akdeniz’de Tunus’tan Cezayir’e, Avrupa’da Macaristan’dan Arnavutluğa  kadar geniş bir toprak parçası üzerinde yayılarak hakimiyet sağlayan Osmanlı imparatorluğu,  bu bölgelerde hakimiyetini konsolide edemediği gibi, Anadolu ‘yu tamamen ihmal etmiş ve dolayısıyla Anadolu ‘nun devamı mahiyetindeki adalar da Türk nüfus ile iskân edilmemiştir.  Bu konıuda,  Anadolu halkının, adalarda  yaşamaya niyetli olmaması ve denize sırtını dönük yaşamak istemesi de etken olmuştur denebilir.  Öte yandan , Barbaros döneminden sonra da , bazı adaların ele geçirilmesi ve Magreb ülkelerine kadar uzanılmış  olmasına rağmen, deniz kuvvetlerinin stratejik öneminin kavranılamaması bir başka  önemli etkendir. Genel olarak, Osmanlı İmparatorluğu bir kara devleti olma vasfını hep korumuştur. Donanmamızın Hindistan seferi ve İnebahtı bozgunu bu gerçeği açıkça gösteriyor. Tüm bunlara ilaveten, sanayi devrimini yakalayamamış olmamız, gemi inşa teknolojilerindeki yenilikler, yeni silahlar edinilememesi gibi hususları  da belirtmek gerekir.

12 ADA

Trablus savaşında İtalya’nın galip gelmesi sonucu, İtalya ile Osmanlı imparatorluğu arasında 18 ekim 1912 tarihinde  Lozan kentinin Ouchy semtinde imazalanan barış anlaşması ile 12 ada geçici bir süre için İtalya’ya bırakılmış ancak daha sonra İtalya adalardan çıkmamıştır. Balkan savaşında Yunanistan’a mağlup olan Osmanlı Devleti, Adaların Yunanistan’ın hakimiyetine  geçmesini engellemek amacıyla, adaların  İtalya’nın işgalinde kalmasına itiraz etmemiş, 1. dünya savaşı sonunda İtalya’nın galip gelmesi üzerine de  Sevr anlaşması ile adaların İtalyan’ın  egemenliğinde kalmasını kabul etmiştir. Lozan anlaşması ile Sevr’in hemen tüm hükümleri geçersiz hale gelmiş olmasına rağmen, fiili işgal altında olmaları ve tüm  devletlerin de  ağır baskısı sonucu, Rodos ve Meis ile birlikte 12 adanın, hukuken İtalya’nın egemenliği altına girmesi tanınmak zorunda kalınmıştı.  2. Dünya savaşı sırasında Yunanistan ve adalar Almanya’nın  işgaline uğramış ve savaş’ın sonlarına doğru Almanya ve İtalya’ya savaş ilan eden Yunanistan adını  galip devletler arasına yazdırmıştı. 12 Ada’nın savaşa girmemiş olan  Türkiyenin  egemenliğine bırakılması konusu gündeme gelmişse de, özellikle Yunanistan’ın  İtalya’ya savaş ilan ederek galip devletler safında yer alması sonucu,  10 şubat 1947 Paris Andlaşması ile 12 Ada ile Rodos ve Meis adaları, savaş mükâfatı olarak, Yunanistan  egemenliğine verilmiştir. 2. Savaş sonrası dönemde, Balkanlarda birçok ülkeyi işgal etmiş olan Sovyetler birliğinin,  Türkiye’den Boğazlar ve 3 Doğu vilayetimize  ilişkin taleplerinin 12 ada konusunda ısrarlı olamamızın başlıca  nedeni olduğu kuşkusuzdur.

On iki Ada : Astypalia, Halki, Kerpe, Kasos (çoban), Tilos (ilyaki), Nisiros (İncirli), Kalemnoz (Kelemez), Leros (İleriye), Patnos (Batnaz), Lipsos (Lipsi), Simi (Sömbeki), Kos  (İstanköy). Bunlara Rodos ve Meis’i de eklemek gerek.

ADALARIN ASKERDEN ARINDIRILMASI VE SİLAHSIZLANDIRILMASI SORUNU

Türkiye, Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında 1912  Birinci Lozan (Ouchy), 1913 Londra konferansı, 1947 Paris anlaşmaları ile egemenlik haklarını kaybettiği Ege adaları, 12 ada, Rodos ve Meis adaları konusunda, Lozan andlaşmasında temel bir kuralın yer almasını sağlamıştı. Buna göre ,Türkiye’ye yakın adalar askerden arındırılacak, Yunanistan buralarda  kara ve deniz  üssü  kuramayacak, isthkâm ve yığınak yapamayacak, başka bir ülkeye üs veremiyecekti. Türkiye adalar üzeirindeki Yunan hakimiyetini kabul etmek zorunda kalmış, ilgili anlaşmalar kükümlerine saygı göstermiş, egemenlik iddiasında bulunmamıştır. Buna karşılık, Türkiye sözkonusu adaların gayri askeri statüde olması hususunda ısrarlıdır. Yunanistan sözkonusu adalarda ancak gareği kadar kolluk gücü bulundurabilecektir. Yunanistan bu hükümlere uymadığı gibi, bir süredir, Türkiye’ye yakın mülkiyeti belirsiz adacık ve kayalıkları işgal ve iskân etme girişiminde bulunmuş , askeri birlik ve ağır silahlar  yerleştirmeye başlamıştır.  Ayrıca Yunan Cumhurbaşkanı ve savunma bakanları, mülkiyeti belirsiz adacık ve kayalıkları da ziyaret ederek, askerlerle  birlikte poz verip resim çektirmekte, hukuki dayanağı olmasa da, buraların sahibi olduğu mesajını vermeye çalışmakta, tüm ilgili tüm anlaşma hükümlerini birçok noktadan açıkça ihlal etmektedir. Bu gelişmeler,  Famaz ve Koyun adaları gibi gri bölgelerde de egemenlik tartışmalarına da yol açmaktadır.

Tüm bunlara ilaveten, Türkiye’nin güvenliği için gerçek bir tehdit oluşturduğu halde , Yunanistan devamlı olarak Türkiye tarafından tehdit edildiğini ileri sürerek haklı  görünmek için çaba sarfediyor. Son günlerde Meis adasında da benzer bir şov sergilendiği hatırlardadır. Ege’de binlerce ada üzerinde egemenliğe sahip olan Yunanistan’ın  bu tahriklerinin  tehlikeli bir oyun olduğu kuşkusuzdur. Bu oyunlar sırasında oluşabilecek kazaların askeri açıdan yaratabileceği tehlikelerin yanısıra, Yunanistan , anlaşmaları açıkça ihlal etmeye devam ettiği takdirde, Türkiye’nin özellikle Lozan Andlaşması  ile kurulmuş olan dengenin bozulduğunu ileri sürerek  Adalar üzerindeki Yunan egemenliği konusunu gündeme getirebileceği de  değerlendirilmelidir. Limni adasının gayri askeri statüsünü Lozan’ın açık hükümlerine rağmen ihlal eden Yunanistan’a karşı, Türkiye’nin  bölgede ilan ettiği son NAVTEX yukarıda işaret ettiğimiz muhtemel tehlikelerin hangi koşullarda ortaya çıkabileceğini açıkça göstermektedir. Bu arada, 1983 Limni ve 1996 Kardak krizleri hafızalarda tazeliğini koruyor. Bütün bunlara rağmen Yunanistan’ın, daha önce birçok örnekte görüldüğü gibi,  gene de Türkiye’yi AB’ye şikayet ederek, saldırgan göstermeye çalışması ve bu satırlar yazılırken  bu yönde yeni girişimler yapması şaşırtıcı olmayacaktır.

KIBRIS KONUSU

Kıbrıs konusunun  Türkiye ile Yunanistan arasındaki en önemli sorunlardan biri olduğu şüphesizdir. !960 Londra ve Zürih anlaşmaları ile Türkiye ve Yunanistan arasındaki genel dengeye uygun bir çözüm ile soruna kalıcı bir çözüm bulunulmaya çalışılmış ise de, sözkonusu denge 1963,64 ve 67 yıllarında Rum tarafının  Ada’nın Yunanistan’a ilhakı amacıyla, Kıbrıs Türklerine saldırması  ve katliam yapmaları ile bozulmuştur.  Türkiye her defasında hava gücü ile müdahale etmiş, olayların büyümesini ve bir soykırıma dönüşmesini engellemişse de, 1974 temmuzunda Rum tarafında gerçekleştirilen bir darbe ile hükümetin devrilmesi ve darbe’nin Ada’nın tümüyle Yunanistan’a ilhakı amacını taşıdığının açıkça belirmesi üzerine, Türkiye  sorunu barışçı yollarla  çözmek için  ilgili ülkeler nezdine son bir çaba göstermiş, çabaları sonuç vermeyince de, yeni katliamlara mani olmak ve Türk toplumunun can güvenliğini sağlamak için tek başına Adaya  müdahalede bulunmuştur. Ada’nın  ve 2 toplumun fiilen ikiye bölünmesiyle sonuçlanan bu müdahale “Barış Harekâtı” olarak adlandırılmıştır. Bu suretle, 1960’da, Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasından önce ve sonraki  süreçte Türk toplumuna karşı işlenen katliam ölçüsündeki  cinayetler son bulmuştur.

Barış harekâtının doğal sonucu olarak Türkiye’nin Yunanistan tarafından çevrelenmesi ve hassas merkezi bölgesinden tehdit edilme tehlikesi de bertaraf edilmiştir.  Harekâtın ikinci olumlu sonucu ise, 1974 yılından bu yana geçen 46 yıllık sürede, Ada’da barış ortamının  hakim olması ve 2 toplumun, ayrı ayrı da olsa huzur ve sukun içinde yaşamalarının sağlanması ve nihayet Türk toplumunun can güvenliğine kavuşabilmiş  olmasıdır. Bu sürede, soruna siyasi çözüm bulmak için yapılan tüm girişim ve müzakereler, Rum tarafının Ada’nın  tümü üzerinde tek söz sahibi olma arzusundan vazgeçmemesi nedeniyle, sonuçsuz kalmıştır. 2004 yılında, Yunanistan’ın  AB’nin eski Sovyet bloku ülkelerinden Avrupa Birliğine sınırdaş olan ülkeleen bazılarının Birliğe katılmasını engelleme şantajı sonucu, rum yönetiminin tüm Ada’yı temsilen AB’ye üye olması ve Türk tarafına verilen sözlerin tutulmaması nedeniyle, iki taraf arasındaki bölünme iyice  derinleşmiştir. Türk toplumunun temsilcisi ve Kıbrıs Cumhuriyetini ortak kurucusu, KKTC’nin  bölge denizlerinin muhtemel zenginliklerinden tamamen  mahrum bırakılmasına  yönelik Rum-Yunan tutumu, Kıbrıs’ta  ortak yaşamı adeta olanaksız kılmıştır. Yeni müzakerelerin başlaması ihtimalinden bahsedilirken, Rumlar yaklaşımlarını değiştirmedikleri taktirde, Einstein’in belirttiği gibi, sonucu aynı olacak şeyi, farklı bir sonuç verecekmiş gibi, yeniden denemenin akılla bağdaşan bir yönü olamayacağı açıktır..

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Tatar’ın yukarıda belirtilen görüş yönünde düşündüğünü gösteren işaretler mevcuttur. Bununla birlikte , Rum yönetiminin hepimizi şaşırtacak bir politika değişikliği göstermesi halinde Sayın Tatar’ın da bu değişikliğe olumlu yaklaşması mümkündür. Kıbrıs Rum yönetimi politikasındaki her hangi bir değişikliğin anahtarının  ise sadece Yunanistan’ın elinde  olduğuna kuşku yoktur.

DOĞU AKDENİZ

Doğu Akdeniz’de gaz ve petrol yataklarının bulunduğunun anlaşılması üzerine, Yunanistan, Kıbrıs Rum yönetimi ile birlikte bir süredir, AB üyeliğinin sağladığı özel avatajı da kullanarak, tüm politikasını Türkiye’nin devre dışı bırakılmasına, KTTC’yi hukuki ve doğal haklarından mahrum etmeye ve dolayısıyla bölge’nin zenginliklerinden  arslan payını ele  geçirmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede, Yunanitan, Türk dış politikasında meydana gelen  boşlukları  da kullanarak, bölge ülkeleri ile ikili ve çok taraflı anlaşmalar yapmayı başarmış ve göreceli olarak diplomatik bir üstünlük sağlamıştır. Tarihte birçok örnekte görüldüğü gibi, hukuki ve adil bir temele oturmayan anlaşma ve uzlaşıların ömrü çok kısa olmuştur ve hatta  çoğu kez  yaşama geçmesi olasılığı dahi bulunamamıştır.  Gerçekten, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya, ve 80 milyon’u aşkın nüfusa  sahip Türkiye’nin böylesine bir hukuksuzluğu ve haksızlığı kabul etmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, Kıbrıs’ta hukuki ve fiili olarak mevcudiyetini sürdüren KKTC’nin haklarının ve payının tamamen ihmal edilmesi de kabul edilemez. Nitekim, Türkiye’nin, Libya ile imzaladığı MEB sınırlarını saptayan  anlaşma ile Yunanistan’ın planları gerçekleşmemiş ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin dahil olmadığı, hukuk ve hakkaniyete uygun olmayan bir paylaşımın mümkün olamıyacağı açıkça görülmüştür.  Bu gelişmede Mavi Vatan yaklaşımının olumlu etkisi yadsınamaz.

Türkiye’nin  MEB ilan ettiği bölgede ve Meis Adasının yakınlarında  Türk araştırma gemilerinin sismik araştırmalar yapması üzerine Yunanistan ve GKRY,  Türkiye’yi egemenlik haklarını çiğnemekle suçlamışlar, Yunanistan Kıbrıs ile birlikte bölgede gerilimi arttıracak askeri faaliyetlerde bulunmuş ve ısrarla AB’nin Türkiye’ye karşı yaptırım uygulamasını istemiştir. Son günlerde herkesin yakından izlediği bu konularda, sözkonusu çabalar Türkiye aleyhine  somut bir sonuç vermemiştir. Her şeyden önce,Türkiye ve Yunanistan arasnda, Ege ve Akdeniz’de  kıta sahanlğı ve MEB sınırlarının saptanması  konusunda bir anlaşma olmadığını  berlirtmek gerekir.  Kıta sahanlığı  ve MEB sınırlarının kıyıdar ülkelerin kendi aralarında yapacakları anlaşmayla saptanması gerekiyor ve ayrıca ana kıtadan uzak adaların kıta sahanlığı veya Münhasır Ekonomik Bölgeleri olmadığı kabul edililiyor.Her şeyden önce , Türkiye’nin,  Kıbrıs’ın, Ege adaları ve Meis adası karasuları dışında, açık denizlerde  araştırma yapmasının, iki ülkenin egemenlik haklarını ihlal ettiği iddiası hukuki bir temele dayanmamaktadır. Buna rağmen, salt Yunanistan ve Kıbrıs talep ediyor ve Fransa israrlı bir şekilde bu 2 üyenin görüşünü destekliyor,  AB, aşağıdaki paragrafta açıklandığı gibi, uluslararası hukuk ve uygulamalar aykırı olarak Türkiye’ye yaptırım uygulama kararı alması zor gözüküyor. Gerçekten, böyle bir durum, AB’nin saygınlığına gölge düşürecek bir sonuç doğuracaktır.

Günümüzde adaların kıta sahanlığı ve MEB’si  olup olamıyacağı ve deniz sınırlarının saptanması  konularında  uluslararası alanda birçok anlaşmazlığın olduğu görülmektedir. Bunların bir kısmı iki taraf arasında uzlaşma ile çözülmüştür. Diğer bazı anlaşmazlıklar ise devam etmektedir. Türkiye’nin   adaların karasuları ötesinde kıta sahanlığı ve MEB’ne sahip olmadığı tezini savunduğunu daha önce belitmiştik. Nitekim, BM Adalet Divanı ve ayrıca çeşitli hakemlik kararlarında bu ilkenin kabul edildiği görülmektedir. Bu konudaki  örnek kararların bazılarını kısaca hatırlayalım. Romanya ile Ukrayna arasındaki Yılan adası davasında Divan, Ada’nın 12 mil karasuları sınırı  ötesinde MEB’ne sahip olmadığına hükmetmiştir. Yemen ve Eritre arasındaki “Hanish adası” anlaşmazlığı ile ilgili kararında, Hakem heyeti, 1999  MEB sınırının saptanması konusunda, “ortay hat” ilkesini kabul etmiş, Adalar üzerindeki egemenliği deniz sınırının saptanmasında dikkate almamıştır. Öte yandan, Yunanistan ile İtalya aarasında geçtiğimiz aylarda yapılan  İyon denizinde MEB sınırının saptanması  anlaşmasında da, sözkonusu denizde Yunanistan  egemenliği altındaki  adaların MEB bölgesine sahip  oldukları hususunda  herhangi bir iddia ileri sürülmediği veya sürülemediği görülmektedir. Bunlara ilaveten, Türkiye karasuları mesafesi içinde ve Yunan ana karasına 500 km’nin üzerinde  bir mesafede bulunan Meis adasının karasuları dışında ekonomik haklara sahip olma talebinin de Adalet Divanının, sözkonusu sorunların çözümünde benimsediği  “ hakkaniyet “ ilkesine  ters olduğu hususu da gözönünde tutulmalıdır.  Bu durumda Türkiye’nin Meis’in batısında sismik araştırma yapmasının Yunanistan’ın egemenlik haklarını ihlal ettiği iddiasının geçerli olamıyacağı açıktır. Bazı AB yetkililerinin tüm bu gerçekleri gözardı edip, Türkiye’den Doğu Akdeniz’de gerginliği arttıcıcı davranışlardan kaçınmaya davet etmesini ise ciddi bir yaklaşım olarak değerlendirmek oldukça zordur.

GENEL DEĞERLENDİRME

Yukarıdaki paragraflarda Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları kısaca özetlemeye çalıştım.  Amacım bu sorunların neden çözülemediğinin ve özellikle bugünkü ortamda  çözülmezliğinin avukatlığını yapmak değildir. Tam tersine hemen tüm konularda, uluslararası hukuka uygun, iyi niyet, dostça komşuluk, hakkaniyet ve en önemlisi politik ve hissi yaklaşımlardan uzak akılcı bir  arayışın çözümler getireceğine inanıyorum.  İki ülke arasında adil, halkların öz çıkarını ön planda tutan ve Ege’de sürdürülebilir bir barış  sağlayacak bir anlaşma ancak bu şekilde bulunabilir.  İçinde bulunduğumuz ortamda,  sadece bir tarafın haklı  olduğunu kabul ederek iki ülke arasındaki anlaşmazlıklara çözüm getirilemiyeceği kuşkusuzdur. Böyle bir tutum  çözümsüzlüğün devamını istemek anlamına gelir ve sadece bölge dışından üçüncü ülkelerin siyasi ve ekonomik yararlar  sağlamasına yardımcı olabilir. Bu konuda en büyük zorluk, böyle bir gerçeği bilmelerine ve görmelerine rağmen, başta politikacılar ve kamuoyunu etkileme imkânına sahip birçok kişinin,  çeşitli nedenlerle konuya doğru açıdan yaklaşmaya cesaret edememeleridir. Nedenlerini herkesin bildiği bu konuya girmeyeceğim.

Kendi açımdan yukarıdaki özetleri ve bu değerlendirmeyi yaparken olanak ölçüsünde konulara ve çözümlere tarafsız bir şekilde ve yaklaşmaya çalıştım. Bununla  birlikte, birçok konuda Yunan tutumunun hukuki ve haklı dayanakları olmaması nedeniyle yazdıklarımın, eğer okuma olanakları olsa, Yunan komşularımız tarafından  taraflı olarak değerlendirileceğine eminim. Aynı şekilde, Türk okurları arasında  birçok kişi de  Türkiye’nin çıkarlarının yeterince vurgulanmadığını ileri sürecektir. Yazımın son bölümü,  Ege ve Doğu Akdeniz’deki  sorunların Türkiye ve Yunanistan’ın ortak çıkarlarına uygun çözüme ulaştırılmasının mümkün olup olamıyacağını irdelemeye ilişkindir. Bu bölümde aşırı iyi niyetli  olduğumu ve  hayal kurduğumu  itiraf ediyorum. Gene de niçin olmasın diyorum.

EGE’DE TÜRK YUNAN SORRUNLARINA KALICI ÇÖZÜM BULUNAMAMASI

Herşeyden önce böyle bir durumda, her iki ülkenin de  kesin olarak zarar göreceği bilmemiz gerekiyor. İki ülke arasında, kısa süreli de olsa, bir silahlı çatışmanın yaratacağı maddi ve manevi zararlardan söz etmek dahi istemiyorum. Burada sözkonusu olan, 2 komşunun devamlı bir çatışma  tehdidi altında, belki çok uzun yıllar sürecek bir tedirginlik içinde yaşamaya devam etmesinin 2 halkın  üzerinde yaratacağı olumsuzluklardır.  Halklar birbirinden nefret edecek, İki devletin yöneticileri tüm dikkatlerini karşı taraftan gelecek tehlikelere karşı tedbirli olmaya yöneltecek, silahlanma yarışına girerek ülkelerinin ve halklarının refahı için değerlendirmeleri gereken milyarlarca doları,  silah üretimine ve satın alınmasına harcayacaklardır.Bu suretle, silah satıcıları zengin edilecek, kendilerini destekleyecek ülkelere çeşitli tavizler vermek zorunda kalacaklar, hatta bu ülkelere bir tür bağımlı olacaklardır. Bölge’de oluşacak gergin ortam, 2 ülke ekonomisi için de çok önemli olan ve esasen pandemi nedeniyle büyük kayıplara uğramış olan turizm sektörüne ayrıca darbe vuracak, turizm gelirlerinin büyük ölçüde düşmesine yol açacak ve nihayet doğrudan yabancı yatırımlar için ciddi bir engel oluşturacaktır. Tüm bu olumsuz gelişmelerin,  özellikle corona sonrası yaşanacak zor ekonomik koşullarda,  tüm bölge halklarına büyük zarar vereceği kuşkusuzdur.

EGE’DE GENEL BİR UZLAŞMA SAĞLANMASI

Türkiye ve Yunanistan arasındaki uzlaşmaya, Güney Kıbrıs Rum kesimi ile KKTC’nin de katılmasıyla  Doğu Akdeniz bölgesinde Benelux örneği bir grubun  oluşmasına şahit olabiliriz.  Büyük bir stratejik öneme ve güce sahip olacak bu  grup, bölgedeki gelişmeleri, kendi ortak çıkarları doğrultusunda, şekillendirme ve  yönlendirme imkânını  da bulabilecektir.

İstikrarlı bir ortama girilmesi ile bölgeye daha çok doğrudan yatırım çekilebilecek, silahlanma yarışının sona ermesi ile önemli tasarruflar sağlanacak ve bu tasarruflar halkların refahı için harcanabilecektir. Öte yandan, Ege adaları ile Türk sahillerinin  eşsiz güzelliklerinin birlikte  çekiciliği artacak, turizm müthiş bir ivme kazanabilecek ve bölge dünya’nın en önemli turizm merkezlerindem biri haline gelecektir.

Tekrar belirtelim ki, bölge’de en uzun sahile ve büyük nüfusa sahip Türkiye, Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz zenginliklerinden kendine  düşen payı almaması düşünülemez.  Öte yandan, uyuşmazlıkların devam etmesi halinde  bölge’ye gelmekte  ve kalmakta tereddüt eden   petrol ve doğalgaz şirketleri, istikrarlı bir ortamın oluşması ile birlikte  çalışmalarına vakit geçirmeden başlayabilirler. Böyle bir gelişme gerçekleşebilirse, tüm bölge halklarının elde edilecek zenginlikten en kısa sürede paylarını  almalarını   sağlamalarının yararı tartışılamaz.  Bu çerçevede, Suriye’de, siyasi bir çözüme ulaşılarak,  ülkenin istikrara kavuşarak yeniden inşası ve bu çerçevede, göçmenlerin bir an önce ülkelerine dönmelerinin  sağlanması bölgenin en öncelikli konusu olmalıdır. Bu amaçla bir uluslararası bir fon kurulmalı ve bu Fona, sahildar devlet olarak,  Suriye’nin  payı da dahil edilmelidir. Bölgede devamlı barışın sağlanması ve buna paralel olarak mülteci ve göç sorunlarını çözmek için belki de tek geçerli yaklaşım budur.

İnsanlığın büyük bir tehlike karşısında olduğu bugünlerde, tüm sorunlara iyi niyetle ve farklı bir şekilde  yaklaşılması bir zorunluluktur.  Elde edilecek olumlu sonuçlar tüm bölge halklarının lehine olacaktır. Son günlerde bazı tarihi uzlaşmaların görülmesi  umut verici olsa da , birçok uyuşmazlığın devam etmesi ve hatta yeni anlaşmazlıkların belirmesi  de o kadar umut kırıcıdır. Bu arada, bazı AB ülkelerinin,  görünen veya görünmeyen çıkarları uğruna, hiçbir hakkaniyet ilkesiyle bağdaşmayan ve  uluslararası anlaşmaların hükümlerini  ve hukuki  gerçekleri  dikkate almadan, AB üyesi iki ülkeyi kayıtsız desteklemesinin bölgede adil olmayan bir durum yaratacağı, barış ve istikrarın sağlanması için  büyük tehlike oluşturacağı açıkça görülmelidir.

Bölge sorunlarının genel bir uzlaşma anlayışı içinde çözülmesi ve Doğu Akdeniz’de ciddi bir işbirliği ortamının yaratılması için uluslararası bir konferans toplanması ve tüm sorunların ele alınarak hemen her alanda uzlaşmaya varılması hedeflenmelidir.  Aslında bölge ülkeleri arasındaki sorunların, bölge dışından yapılacak müdahalelerle çözülmesini beklememek garekiyor. Bununla birlikte, büyük devletlerin veya devlet gruplarının böyle bir gelişmenin dışında kalmaları da beklenemez. Bu arada sözkonusu konferanstan önce ikili uzlaşmazlıkların çözülmesi mutlaka gerekiyor. Bunların başında Türk – Yunan  sorunları yer alıyor ve yukarıda kurmaya çaba sarfettiğimiz hayal dünyası bir anda yıkılıyor. Bununla birlikte, bundan sonraki bölümde hayal kurmaya devam edeceğim ve tüm zorluklarına rağmen Türk Yunan uzlaşmasının hangi temellere dayanarak sağlanabileceğine ilişkin  düşüncelerimi açıklamaya çalışacağım. Şimdiden, olmaz, olamaz, mümkün değil, ütopik, gerçek dışı,  bence şu veya bu açıdan her 2 ülke tarafından kesinlikle kabul edilmez sesleri kulağmda yankı yapıyor. Gene de hayal kurmadan hiçbir amaca ulaşılamayacağına, hayal olmaz ise içimizdeki ümit ışığının söneceğine inanan bir kişi olarak çözüm önerilerimi kısaca açıklamayaçalışacağım.

EGE’NİN 2 YAKASI BİRARAYA GELEBİLİR Mİ ?

  1. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı imparatorluğu, libya’da, Balkan savaşlarında ve 1. Dünya savaşında yenilmesi sonucu, Yunanistan tarafından işgal edilmiş olan Ege adalarının, Yunanistan egemenliğine, 1912 Lozan ouchy 12 adanın İtalyan egemenliğine verimesini kabullenmek zorunda kalmıştı.  Lozan andlaşması ile sadece Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan adası geri alınabilmişti. Daha sonra, 1947 Paris anlaşması ile İtalyan egemenliğindeki 12 ada ve Meis adası nın da Yunanistan’a verildiğini belirtmiştik. Türkiye, Osmanılı imparatorluğu döneminde kaybedilmiş adaların egemenliği konusunda hukuki veya siyasi bir itirazda ve herhangi bir iddiada bulunmamıştır.

Buna karşılık , Türkiye, Yunanistan’dan sadece başta Türkiye’nin güvenliği ile ilgili  olmak üzere, anlaşmalarda  öngörülmüş  bazı hükümlere saygı göstermesini, bunları uygulamasını  beklemektedir.

Bu  çerçevede, Yunanistan,

a-  Anlaşmalarda gayri askeri statüde olması öngörülmüş olan tüm adalardaki askeri mevcudiyetine son vermelidir.

b-   Aynı şekilde, mülkiyeti belli olmayan adacık ve kayalıklar üzerinde, anlaşmalarda öngörüldüğü gibi,  hakimiyet iddiasına silah ve asker bulundurmaya son vermelidir.

c-   Batı Trakya’da yaşayan Türk toplumuna, Lozan anlaşması hükümleri çerçevesine, baskı yapmamalı, insan haklarına ve dini özgürlüklere saygılı davranmalıdır.

Yunanistan ayrıca,

d-   Kara sularını ve hava sahasını  6 milin ötesine taşımaya çalışmamalıdır.

b-   Ege’de uluslararası sözleşme hükümlerine uygun davranmalı, kendisine tanınmamış hakları kullanmaya kalkarak gerilimi arttırmaktan kaçınmalıdır.

c-   Yukarıda açıklandığı gibi, uluslararası hukuk ve uygulamaları dikkate alarak adaların kıta sahanlığı ve MEB’si olduğu iddiasından vazgeçerek ve anlamsız çekişmelere yol açmaktan vazgeçmelidir.

 Bu koşulların tek taraflı olarak sadece  Türkiye’nin istediklerini karşıladığı ileri sürülebilir. Daha önce de belirtildiği gibi, Türkiye’nin Yunanistan’dan başlıca  beklentisi uluslararası anlaşmalara ve hukuka saygılı davranmasıdır. Bu hususun yadırganacak bir tarafı bulunmamaktadır. Gerçekten, Yunanistan, başta Lozan Andlaşması olnak üzere, uluslararası  anlaşma hükümlerinie ve uluslararası hukuk kurallarına  iyi niyetle ve samimi olarak uyguladığı taktirde,  Ege’de  halen anlaşmazlık ve gerginlik konusu olan birçok sorun kendiliğinden ortadan kalkacaktır. 6 mil karasuları hududu dışında açık denizin 6-10 mil arası bölümüyle ilgili hava sahası iddiaları,  buna bağlı olarak sık sık ileri sürdükleri hava sahası ihlalleri, FIR uygulamasındaki usulsüzlükler, adacıklar, kayalıklar sorunu, Batı Trakya ile ilgili sorunların yarattığı gerginlikler  hukuki olarak kendiliğinden bir çözüme ulaşmış olacaktır. Aynı şekilde, askeri sürtüşmeler de sona erecek, uçaklar it dalaşına girişmeyecek, askeri gemiler birbirine sürtünmeyecek, bazı bölgelerde karşılaştıklarında birbirlerini selamlamakla yetineceklerdir!

Öte yandan, böyle bir durumda, Ege kıta sahanlığı sınırlarının  belirlenmesi de kolaylaşacaktır. Buna paralel olarak, kara suları  hudutları dışında kalan açık deniz bölgelerinde yer altı zenginliklerinden yararlanmak için ortak  bir işletim şirketi kurulması da gündeme gelebilir.  Böylece, Ege ile ilgili olarak, müzakere masasında, sadece kıta sahanlığı sınırlarının saptanması ve kurulması kararlaştırıldığı taktirde, ortak işletme şirketinin   hisse paylarının dağılımı  ve yönetim şeklinin saptanması konularının müzakeresi kalacaktır.Bu alanlarda ilerlemeler kaydedildikçe, Türk ve Yunan halklarının,   adil ve akılcı bir çözümün, her iki  ülke için ne kadar yararlı olacağını görmeleri ve sözkonusu alandaki gelişmeleri giderek benimsemeleri ve desteklemeleri sözkonusu olabilecektir. Bu arada, sözkonusu gelişmeler sırasında genel olarak uygulanan klasik “güven artırıcı tedbirlere” de başvurulması gerektiği tabiidir.

DOĞU AKDENİZ

Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi,  bölgede en uzun kıyıya sahip Türkiye ile Kıbrıs adasının  bir bölgesinde hukuken ve fiilen egemen olan KKTC’yi bir oldu bitti düzeni içerisinde devre dışı bırakarak yeraltı zenginliklerini bölgedeki diğer bazı ülkelerle paylaşma politikasına son vermelidir. Bu politika hakkaniyete ve hukuka  uygun değildir ve Türkiye tarafından kabul edilemez. Nitekim, Türkiye doğru bir yaklaşımla, Libya ile bir anlaşma yapmış ve Akdeniz’de İki ülke arasındaki MEB sınırları saptanmıştır.  Böylece, Yunanistan’ın akıl dışı  yaklaşımının  fiilen sona erdiği söylenebilir. Nitekim, genel olarak, uzlaşmazlık konusu alanlarda faaliyet göstermek istemiyen  petrol ve gaz şirketleri çalışmalarını durdurmuşlar ve beklemeye geçmişlerdir. Bu arada, Türkiye de politikasına israrla sahip çıkacağını açıkça göstermiştir. Doğu Akdeniz’ de Türkiye’nin ve tabii KKTC’nin dahil olmadıkları bir çözümüm mümkün olamıyacağı anlaşılmış olmalıdır. Bu çerçevede, Türkiye ile Yunanistan  arasında Ege’de sağlanan  işbirliği  Doğu Akdeniz’i de içine alabilir. Buna paralel olarak, Kıbrıs’ta da  daha önceki parametrelere uygun bir dengenin sağlanması halinde, Kıbrıs’taki tarafların da sözkonusu işbirliğinin birer parçası olması   en  ideal çözüm olabilecektir. Bunun neticesi olarak, taraflar arasında Doğu Akdeniz’de  MEB sınırlarının saptanması da  kolaylaşacaktır. Ayrıca  Ege ‘deki gibi ortak  bir işletme şirketinin kurulması da düşünülmelidir.  Böyle bir işbirliğinin ilgili tüm tarafların mutlak çıkarına olacağı ve Doğu Akdeniz’de sürdürülebilir bir barışın güvencesi haline geleceğine kuşku yoktur. Diğer taraftan, temel yaklaşım, bölge’deki diğer  devletlerin  çıkarlarının  da gözetileceği ve tüm bölge halklarının  barış, huzur ve refah içinde yaşayacakları bir ortamı yaratmak olmalıdır. Bölge dışından ülkelerin devreye girmesinin  hiçbir ülkeye yarar sağlamıyacağının anlaşılması önem arzediyor.

SONUÇ

Yazıda, taraf tutan bir anlayış sergilediğim ileri sürülebilir. Yukarıda  açıklamaya çalıştığım nedenlerle, Türkiye’nin sadece adil ve hukuka dayalı çözümler istemekten başka yapabileceği birşey yok gibi gözüküyor. Tarafsız düşünebilen herkesin, konuyu derinlemesine incelemesi halinde, bu kanıya varacağina eminim. Doğal olarak, gerçekleşebilirse, bu konulardaki müzakerelerin çok zor ve yoğun geçeceği kuşkusuzdur. Eğer uzlaşılabilirse tüm tarafların sonuçlardan çok yarar sağlayacağına kesin olarak inanıyorum

Bu yazıyı yazarken şöyle bir düşünceden hareket ettim. Özellikle, Türkiye,  KKTC , Yunanistan ve Güney Kıbrıs yetkilileri hatta tüm vatandaşları, ellerine birer kağıt kalem alıp bir hesap yapsalar,  Ege ve Doğu Akdeniz’de,  adil ve hakkaniyete dayalı siyasi ve ekonomik bir uzlaşmanın kendi ülke ve halklarına getireceği fayda ve zararların gerçekçi bir bilançosunu çıkarsalar,  sonucun  tüm taraflar için sadece yarar sağlayacağını açıkça göreceklerdir. Gerçekten,  bu yönde bir gelişme, tam bir kazan/kazan sonucu verecektir ve bölgedeki herhangi bir ülkenin zararına  olacağını ileri sürmek de mümkün değildir. Bu çerçevede, en üst düzey yöneticilerin, iç politik kaygılarını bir tarafa bırakarak ve sadece ülkelerinin uzun vadeli çıkarlarını gözönünde tutarak, tüm konuları, samimiyet ve cesaretle ve ele almalarının  tarihi bir önem taşıdığına kuşku yoktur. Bunu gerçekleştirebilirsek bölge dışından birçok ülkenin beklentilerine de son verilmiş olacaktır.

Türkiye bu hayallerin gerçekleşip gerçekleşmiyeceği tartışmalarını bir kenara bırakıp  bu yönde vakit geçirmeden ilgili tüm taraflar arasında ve uluslararası planda barış, uzlaşma ve işbirliği taarruzuna geçmeli ve bu çerçecede,  ilk olarak ikili ve daha sonra çok taraflı müzakere ortamı yaratılmasına çalışılmalıdır.

Tekrar hatırlatalım, Atatürk ve Venilezos, yaşanan tüm acılara rağmen Türk Yunan dostluğunun temelini atmıştı. Bugün için sözkonusu olan sadece hukuka uygunluk ve tarafların çıkarlarının adil paylaşımıdır. Böyle bir durumda, ilgili tüm  tarafların kaybedeceklerinden  çok daha fazlasını kazanağını görmemeleri mümkün değildir.

Birçok kişi, yukarıdaki gelişme ve çözümleri gerçekleşmesi imkânsız  birer hayal olarak görecektir. Haklıdırlar. Gerçekten, tüm bu düşünceler “Yurtta barış, dünyada barış” hayalinin bir parçasıdır. Hayal kurmadan hiçbir amaca ulaşılamayacağına inanıyorum.

İstanbul, 12 kasım 2020

Paylaşın

İlişkili Makaleler

CUMHURİYETİMİZİN İKİNCİ YÜZYILINA DAİR
14 Mayıs seçimleri: Yeni bir yol ayrımı

About Author

admin