Ankara Anlaşmasının İmzalanmasının 55. Yıldönümü Münasebetiyle İstanbul Barosu’nun Düzenlediği Panel’de Yaptığım Konuşmanın Metni ,

Eylül 26, 2018

|

Kategori:

İstemi Parman

12 Eylül 2018
Değerli konuklar,

Avrupa Birliği’nin kuruluşuna göz attığımızda aşağıdaki hususlar dikkatimizi çekiyor. Konuşmamda  AB terimi aynı zamanda Birliğin daha önceki adları olan AET ve AT’ını da kapsıyor.

6 kurucu ülke arasında en önemli ikisi, Almanya ve Fransa, 1870, 1914 ve 1939’da 3 kez savaşmışlar. Buna rağmen, İkinci Dünya Savaşının sona erdiği 1945 mayısından sadece 6 yıl sonra Avrupa Kömür Çelik Birliği, 12 yıl sonra da Avrupa Birliği kurulmuştur. Savaşın acıları hala çok canlı iken ve  kamuoylarının yoğun muhalefetine rağmen bu gelişmede bazı ileri görüşlü devlet adamlarının,  politikacıların ve düşünürlerin büyük etkileri olmuştur. Bu tabloya savaşta Almanya’nın işgal ettiği Benelux ile Almanya’nın sözde müttefiki İtalya da katılmıştır.

Öte yandan, 2nci Savaş sonrasında, her iki dünya savaşının temelde ekonomik sorunlardan doğduğu, bu sorunların giderilmesi için daha çok ticaret  yapılması ve böylece refahın artarak barışın sağlanabileceği fikri gelişmiş ve bu düşünceden hareketle Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu kurulmuş ve Ticaret ve Tarife Genel Anlaşması ( GATT ) imzalanmıştır. GATT, ticaretin gelişmesi için, gümrük tarifelerinin indirilmesini, miktar kısıtlamalarının ve diğer bazı engellerin kaldırılmasını veya hafifletilmesini öngörüyordu. GATT’a göre, üye devletler  bu çerçevede yapacakları dış ticaret politikası uygulamalarında tüm diğer üyelere eşit davranmak zorundadır. ( En çok kayrılan ülke kuralı). Ancak, eşitlik kuralının3 istisnası vardır;

Gümrük Birliği, Serbest Ticaret Anlaşmaları ve Gelişme Yolundaki Ülkeler lehine tanınan özel avantajlarla ilgili Genel Tercihler Sistemi. Bu istisnaların bölgesel ticareti geliştirerek dünya ticaret hacmini arttıracağı ileri sürülmüştür. ( Ekonomik ve ticari bloklaşmanın bazı durumlarda ters etkileri de görülmüştür ).

19 uncu yüzyılın ilk yarısında Almanya feodal yapısını değiştirerek önce gümrük birliğini, daha sonra da milli birliğini gerçekleştirmiş ve bu suretle gelişmiş ve güçlenmişti. GATT’da izin verdiğine göre, bu deneme Avrupa çapında da yapılabilirdi. AB bu düşünceyle kuruldu ve gerçekleşen büyük ekonomik atılımlar sonucu üye devletler, tek tek elde edebileceklerinin üstünde bir gelişme sağlayarak zenginleştiler.

Roma antlaşmasının 9 uncu maddesinde Gümrük Birliği’nin AB’nin temeli olduğu açıkça ifade edilmiştir. Daha sonra gerçekleştirilen Ortak Tarım Politikası ise,  Avrupa’nın çimentosu olarak nitelendirilir.

AB’nin diğer bazı Avrupa ve Akdeniz ülkeleri ile  yaptığı, ortaklık ve Serbest Ticaret anlaşmaları ile bölge ticareti daha da gelişmiştir.

Bu başarılar sonunda AB, siyasi bütünleşmeyi sağlama teşebbüsüne girişmiş ise de, muhtemelen siyasi birlik fikri yeterince olgunlaşmamış olduğu için başarılı olunamamıştır.

Buna karşılık, daha çok sayıda Avrupa Devletini AB içine alma fikri başarılı olmuş ve AB bugün 28 üyeli hale gelmiştir.

Roma antlaşmasının imzalanmasından 2 yıl kadar sonra Türkiye ileYunanistan AB ile özel ortaklık ilişkisi  kurmak için girişimde bulunmuşlar  ve  27 mayıs ihtilali nedeniyle  bir süre gecikmesine  rağmen, demokratik rejime tekrar  dönülmesinden hemen sonra,  55 yıl önce bugün, 12  eylül 1963’de Ankara anlaşması imzalanmıştır. İki taraf arasında bir ortaklık tesis ediyor olmasının yanı sıra Ankara Antlaşması’nda, Roma Antlaşması’nın 238 inci maddesinde öngörüldüğü şekilde,  anlaşmanın hedefinin , Türkiye’nin AB üyeliği olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu üyeliğin bugüne kadar niye gerçekleşmediği veya gerçekleşemediği başka bir toplantıda ayrıntıları ile irdelenebilir.

Bu arada, bir hatırlatma yapalım. 2004 yılında, Kıbrıs Rum Yönetimi dahil,  10 ülkenin AB ‘ye katılmasında daha çok siyasi nedenler etkili olmuştur. Gerçekten, bu genişleme, Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan bazı eski Demirperde ülkelerinin batıya entegre edilmesini hızlandırmak için istenmiştir. Diğer taraftan, Almanya da Rusya federasyonu ile arasında başka ülkelerin olmasını o dönem dış politikasının en temel hedeflerinden biri haline getirmiştir. Bu arada Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin genişleme paketine dahil edilmemesi halinde tüm süreci veto edeceğini ileri sürmüş ve bu şantaj ile Güney Kıbrıs Rum yönetimine de AB üyeliği yolu açılmıştır.

GATT ve DTÖ sistemi ticaretin gelişmesinde çok etkili oldu. Bir dönem dünya ticaret hacmi ( ihracat+ ithalat ) 38 trilyon dolar düzeylerine ulaştı,  bugünlerde bir miktar azalma görülüyor.

Özellikle Çin, bazı Doğu Asya ülkeleri, Japonya ve Almanya ticaretin serbestleştirilmesinden büyük yararlar sağlayarak önemli ticaret fazlaları verdiler. Buna karşılık, genel olarak, Güney Asya, Afrika, Latin Amerika’nın GYÜ’leri sistemden yeterince yararlanamadılar. ABD’yi unutmayalım.  ABD çok zarar gördüğünü, büyük ticaret açığı verdiğini söylüyor.

Bu gelişmelerin dünya dengelerinde yeni oluşumlara yol açması kaçınılmazdı.  Çin gerçeği ortaya çıktı, Sovyetlerin dağılımından sonra Rusya bir ölçüde etkinliğini yitirdi, ABD yeni duruma ayak uyduramıyor belki de algılayamıyor.

AB ise son derece pasif gözüküyor.

Sözünü ettiğimiz ülke ve ülke gruplarını kısaca irdeleyelim;

Çin ihracat artışı ve cari işlemler fazlasına dayalı bir büyüme gerçekleştirmeye devam ediyor. 18 trilyon dolar GSYH ya sahip ABD’den sonra 12 trilyon dolarla dünyanın 2. büyük ekonomisi. Bir süre sonra ABD’yi geçeceğini ileri sürenler var. Büyük ABD şirketlerinin üretim üssü ve ABD dış ticaret açığının önemli bir bölümü Çin’den yapılan ithalattan kaynaklanıyor. Asıl önemlisi, ABD bilişim şirketleri için üretim yaparken kolaylıkla ABD teknolojisini transfer edebiliyor. ABD bu nedenle güvenlik endişeleri duyuyor. Trump ya da ABD özellikle bu durumdan rahatsız. Bu rahatsızlık Trump’ın uygulamalarında açıkça görülüyor. Esasen Trump deyince ABD diye anlarsak, Trump sadece konunun sosu. Bence Dünyanın en büyük gücü durumundaki ABD’nin ciddi endişeleri açıkça görülmesin diye Trump  garip ve uluslararası hukuka aykırı davranışları ile dikkatleri üzerine çekiyor.

Öte yandan, Çin ekonomik dinamizminin yanı sıra, dış politikada asırlardır sürmekte olan edilgen ve içine dönük konumdan çıkmak için çaba gösteriyor, küresel devlet olma yolunda adımlar atıyor. Nitekim, Çin uçak gemilerini ikiledi, yakın gelecekte bu sayıyı altıya çıkarmayı planlıyor. Yüzden fazla su üstü savaş gemisi inşa etti. Cibuti’de deniz üssü kurdu. Savaş gemilerinin ikmal ihtiyacını da karşılamak için Güney Asya’da 10 limanın işletmeciliğini üstlendi. Tabii bunu deniz ulaşımının ve “deniz ipek yolu”nun güvenliği için yaptığını ileri sürüyor. İran petrolünün en büyük müşterisi ve kasım ayında ABD ambargosunun açıklanmasından sonra belki de tek alıcısı olacak. Bu arada Sibirya’da Rusya ile ortak manevralara katıldığına da dikkat çekelim.

ABD bir dünya devleti. Ekonomi, finans ve askeri gücü ile 1 numara. Ancak bu güçlü pozisyonundan akıllıca faydalanamıyor. Dış politikasında ilkesizlik ve tutarsızlıkları çok fazla. Hatalarının ve kendi yarattığı sorunların üstesinden gelmeye çalışıyor.  En önemli siyasi, ekonomik ve kültürel yandaşı AB’ne ve müttefiki Türkiye’ye karşı olumsuz davranışlar sergiliyor. Diğer tüm devletlere karşı tutumunun ise Çin tarafından memnunlukla izlendiğine şüphe yok.

ABD ticari ilişkileri ve Amerikalı şirketler sayesinde Çin’in bu kadar hızlı gelişme gösterdiğini, önümüzdeki yıllar içinde daha da güçleneceğini ve dünyadaki mutlak hakim pozisyonunun tehlikeye düşebileceğini düşünüyor ve bu nedenle ticari alanda Çin ile ticaretinde, genelde uluslararası kural ve yöntemlere aykırı bir biçimde, ticaret hacmini daraltacak tedbirlere başvuruyor. Çin bu şekilde gelişmeye ve ABD politikaları için tehdit oluşturmaya devam ederse, ABD’nin daha sonra muhtemelen ticaret dışında da bazı başka tedbirlere yönelmesi ve mesela bazı Amerikan şirketlerinin Çin’de çalışmalarını engelleme yoluna gitmesi muhtemeldir. Henüz ticari savaş aşamasındayız, umarım bu durumlar başka savaşlara yol açmaz.

Rusya  nükleer silahları dışında, gücünden çok kaybetmiş durumda. Diplomasi ile etkinliğini devam ettirmeye çalışıyor ve bunda da bir ölçüde başarılı oluyor denebilir. Rus ekonomisi petrol fiyatlarına uyumlu olarak inişli çıkışlı. Birlikte askeri manevra yapsalar bile, jeopolitik açıdan en büyük rakibi Çin. Büyük nüfusu ile Çin’in boş Sibirya topraklarına ve zengin kaynaklara doğru bakmasından hoşlanmayacağı kesin, üstelik askeri harcamaları Çin’in  dörtte biri oranında.

Galiba Rusya’nın gelecekte AB’ye üye olmaktan başka seçeneği yok. De Gaulle’ün Atlantik’ten Ural’lara düşüncesi Vladicostok’a kadar uzanabilir mi? Gerçekleşirse eğer ve ancak o durumda, Avrupa + Rusya (Birleşik Devletler Topluluğu) dünya politikalarında gerçek anlamda söz sahibi olabilir.

AB ise, büyük satranç oyununda birçok nedenden dolayı seyirci gibi. Nedenlerini kısaca  belirtmekle yetinelim: Mali sorunlar, mülteciler, İngiltere’nin ayrılışı, bazı üye devletlerin AB ilkelerine aykırı davranışları popülist ve ırkçı yaklaşımlar ve nihayet büyük çapta devlet adamlarından bir dönemdir yoksun olması. Öte yandan, AB ortak bir dış politika yürütmek olanağına sahip değil, saygınlığını arttıracak bir ordusu hala kurulamamış durumda ve güvenliği için ABD ‘ye bağlı. Ayrıca, doğu / batı ve kuzey / güney Avrupa coğrafyasında yer alan üye ülkeler ve hatta birlik organları arasında anlaşmazlıklar devam ettikçe AB’nin etkili bir politika izlemesi mümkün gözükmüyor. Siyasi birlik ise yarının konusu değil.

AB ile Türkiye ilişkilerinin dünü, bugünü ve yarını konusunda değerlendirme yapılırken, tüm bu gelişmelerin dikkate alınmasının yararlı olacağı kanısındayım.

Türkiye açısından bakıldığında son zamanlarda ilginç tartışmalara şahit oluyoruz. Ülkemizin siyasi tercihleri ve dünyadaki bloklaşmalar içindeki yeri konusunda zaman zaman çeşitli fikirler ileri sürülüyor, spekülasyonlar yapılıyor. Kesin kanım şudur: Türkiye, Ankara Antlaşması ile en doğru tercihi yapmıştır. Aslında bu tercihin ilk adımları 2 yüzyıla yakın bir süre önce atılmaya başlamıştı. Mustafa Kemal ve cumhuriyetimizle birlikte perçinlendi ve Ankara Anlaşması ile somut hale geldi.

AB’nin ülkemizin ekonomik çıkarları açısından birçok yararı var. Buna karşılık, bazı güncel sorunlarla karşılaştığımızda veya üyeliğimiz söz konusu olduğunda, ülkemizde ve AB çevrelerinin bir kısmında olumsuz yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Burada bunların ayrıntılarına girmek istemiyorum. Bunları hepiniz biliyorsunuz. Bu zorluklara karşın, AB ile ilişkilerimiz ve üyeliğimiz birçok açıdan Türkiye için çok önemlidir ve bugün ve gelecek için tek seçenek olma niteliğini korumaktadır. Aynı şekilde, Türkiye’nin, genç ve dinamik nüfusu, hem üretim hem tüketim açısından büyük ekonomik potansiyeli, askeri gücü ve jeopolitik konumuyla büyük önem taşıdığı ve bu gibi nedenlerle AB için vazgeçilemez olduğu kanısındayım. Türkiye ve Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin tam üyeliğine muhalefet edenlerin, her 2 tarafın karşılıklı hayati önemdeki stratejik çıkarları karşısında, bu üyeliğe engel olamayacaklarını düşünüyorum.

AB ile ilişkilerimizde en önemli konu hiç kuşkusuz temel hukuk, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler alanında Avrupa normlarının benimsenmesi ve uygulanmasıdır. Bu açıdan yeterli uyum sağlayabilirsek diğer her şey doğal yolunda gidecektir. Bir hukuk yuvasında tüm bunlardan bahsetmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum ama sizlerle beraber olduğum bu ortamda çok önem verdiğim bir konudan, demokrasiden söz etmek istiyorum.

Ancak benim sözünü etmek istediğim demokrasi klasik demokrasi değil, uluslararası ilişkilerde karşılaştığımız demokrasi uygulamaları ve karar alma mekanizmalarıdır.

Kuzey Kore gibi birkaç istisna dışarıda bırakılırsa, günümüzde tüm ülkeler uluslararası arenada, güvenlik, iktisat ve ticaret gibi alanlarda ulusal çıkarlarını korumak veya yeni kazanımlar elde etmek amacıyla başka ülkelerle çeşitli ekonomik ve ticari işbirliği anlaşmaları veya siyasi ve askeri ittifaklar yapıyorlar. Ancak, ABD, Rusya ve bu konuda henüz başlangıç aşamasındaki Çin gibi Küresel çapta güçlü ülkeler, bu oluşumlardan önemli kazanç sağlıyor ve bu durumdan nüfuz alanlarını ve etkinliklerini arttırmak, aralarındaki rekabette daha güçlü hale gelmek için yararlanıyorlar. Gerçekten, tarihsel örneklere baktığımızda, küresel çapta güçlü ülkelerle bir işbirliği veya ittifak anlaşması imzalayan bir devletin, büyük devletle çıkarlarının farklılaştığı bir durumda görüşlerini kabul ettirebildikleri pek sık rastlanan bir durum değildir. Aynen bir şirketteki hakim ortağın karar alma sürecindeki gücü gibi. Özellikle ikili ortaklıklarda bu durum çok açık olarak gözükmektedir ve küçük ortak için tek seçenek büyük ortağın izinde gitmektir. Aynı şekilde, tüm üyeleri  veto hakkına sahip oldukları halde, askeri gücü ve askeri harcamalardaki büyük payı nedeniyle ABD, NATO gibi bir kuruluşta hakim ortak pozisyonunda hareket edebilmektedir.

AB’de ise karar alma mekanizması farklı işliyor. Ekonomik ve finansal açıdan  önde gelen ve etkili olan  Almanya ve Fransa gibi ülkeler, birlikte  hareket ettikleri durumlarda dahi, her istedikleri kararın alınmasını sağlayamıyorlar. AB içindeki müzakere ve karar sürecinde, ulusal çıkarları birbirine yakın üyelerin ortak hareket ettiklerini ve  her konuya göre, tarafları  farklı ülkelerden oluşan mini ittifaklar kurulduğunu ve kararları etkilemeye çalıştıklarını görüyoruz. Kanımca bu durum önemli bir demokratik anlam taşıyor.

Bu çerçevede, üye olduğu taktirde, Türkiye’nin nüfusu ve ekonomik gücü itibariyle AB karar sistemi içinde önemli bir rol oynayacağı kuşkusuzdur. AB Konseyindeki oy verme sistemi içinde Türkiye’nin oy ağırlığı Almanya’nın hemen ardında ikinci sırada olacak ve belki de birinci sıraya gelecektir. Jeopolitik konumu ve askeri gücü nedenleriyle Türkiye’nin  siyasi konularda da etkin rol alacağı kuşkusuzdur. AB içinde bazı kişi ve ülkelerin  üyeliğimize karşı çıkmalarının önemli nedenlerinden biri de bu durum olabilir. Öte yandan, AB üyeliği, dış politikada çıkarlarımıza uygun olmayan durumlarda tek başımıza kalmamak, bazı baskıları ortaklaşa bertaraf etmek ve dost ülkeler çevremizi genişletmek açısından da yararlı olabilir.

Bu arada bir dileğimi sizlerle paylaşmak istiyorum. AB konusunda çoğu zaman eksik bilgiden kaynaklanan birçok yanlış fikir ortada dolaşıyor. Kamuoyu yeterince bilgilendirilmiyor ve bu durum hem kamuoyunun, hem de yöneticilerin düşünce ve kararlarını olumsuz etkiliyor. AB’den yetkili yetkisiz bir kişinin sözleri bazılarımızca abartılarak aksettiriliyor ve tüm Avrupa’nın Türkiye’ye düşman olduğu gibi bir sonuca  varıyoruz ve reaksiyon gösteriyoruz. Daha önce de belirttiğim gibi, Avrupa demokratik bir oluşum, kurumları var, aramızda bir anlaşma var. Tek tek kişilerin ve hatta bazı üye ülkelerin   olumsuz açıklamalarının  Avrupa’yı bağlamadığını bilmemiz gerek.  Gerçekten Avrupa bir fil gibi. Çok kişi sadece bir yönüne dokunup istediği şekilde tarif ediyor ve genellemeler yapabiliyor. Bu açıdan halkımızın ve hatta her düzeydeki yetkililerimizin doğru ve yeterli bilgilendirilmesinin son derece önemli ve gerekli olduğu kuşkusuzdur.

Ülkemizin önde gelen STK’larından olan İstanbul barosuna ve konunun gerçek sahipleri olan hukukçularımıza bu alanda çok  büyük görev düştüğünü, kısa vadede somut bir sonuç vermez gibi gözükse de, bu çabaların çok yararlı olacağını, Baro’nun başka kurumlara da örnek  olabileceğini düşündüğümü özellikle vurgulamak isterim. Ayrıca unutmayalım ki, AB üyeliği sadece, iktisadi, mali ve ticari bazı avantaj ve yükümlülüklerden ibaret değildir, aynı zamanda ve özellikle sosyal açıdan tüm hayatımızı kapsayan ve büyük önem taşıyan bir değerler bütünüdür ve her şeyden önce bir hukuk konusudur. Bu nedenle” acquis communautaire” (müktesebat) her durumda karşımıza çıkıyor.

Son olarak Türkiye’nin AB’ye 5 yıl içinde üye olabileceğine inandığımı söylemek istiyorum. Ancak bunun için büyük bir kararlılıkla Avrupa hukuk anlayışını samimiyetle benimsemek ve bu alanda gerekli koşulları eksiksiz yerine getirmek zorundayız. Bunun dışında ticari ve ekonomik açıdan bugün için birçok üye ülkeden daha ileri ve önemli bir  durumdayız. Türkiye öylesine önemli bir ülkedir ki ne Kıbrıs, ne de başka bir ülke bu oluşumu engelleyemez. Bir başka deyişle Avrupa Birliği’ne açılan kapının anahtarı sadece ve sadece bizim elimizdedir.

Bazılarını veya tümünü paylaşmasanız dahi, görüşlerimi açıklamamı sabırla dinlediğiniz için sizlere ve bana bu fırsatı verdiği Baro yönetimine çok teşekkür ediyor ve hepinizi saygı ile selamlıyorum.

Paylaşın

İlişkili Makaleler

CUMHURİYETİMİZİN İKİNCİ YÜZYILINA DAİR
14 Mayıs seçimleri: Yeni bir yol ayrımı

About Author

admin