COVID-19 SALGINI DÜNYA VE ABD-ÇİN İLİŞKİLERİ

Ağustos 5, 2020

|

Kategori:

 

İstanbul, 01.08.2020

 

ÖNSÖZ

Dünyanın ekonomi ve askeri açıdan en büyük 2 ülkesi arasında hegemonya mücadelesi, siyasi rekabet, bölgesel ve ikili savaşlar, iç çatışmalar, terörizm, nükleer tehdit, eski sömürgeci devletlerin kapanmayan iştahı, baş döndüren teknolojik gelişme ve yeni silahlar,  soğuk savaş, din ve mezhep çekişmeleri, ırkçılık ve milliyetçilik,

İklim değişikliği ve küresel ısınma, kuraklık, orman yangınları, buzulların erimesi, depremler, seller, büyük fırtınalar, hava ve su kirliliği, 

Ekonomik kriz, işsizlik, küreselleşme, neoliberalizm, uluslararası dev şirketler, kapitalizm komünizm çekişmesi, ticari rekabet ve ticaret savaşları, enerji sorunları,

Ülkeler ve kişiler arasında gelir dağılımı adaletsizliği, zenginlik ve fakirlik, bolluk ve yokluk, obezite ve açlık, nüfus artışı, gıda güvenliği ve beslenme sorunları, GDO’lar,

Hukuk dışı uygulamalar, adalet ve hukuk devleti arayışları, insan hakları ihlalleri, işkence, çocuk ve kadınların korunması, ekonomileri kemiren yolsuzluklar ve şeffaflık arayışları,

Ve belki daha yüzlerce sorun. Esas amacım COVİD 19 sonrası dünya konusunda bazı gelişmeleri ve kişisel düşüncelerimi yazmaktı. Yazıma günümüz gerçeklerini yansıtan siyah beyaz bir fotoğrafla  ile başlamak istedim ama galiba grisi fazla koyu oldu. Tüm bu sorunlara ilaveten salgın’la karşılaştık. Salgın hızla yayıldı, yüz binlerce can kaybına yol açtı ve dünyanın tüm dengelerini yerinden oynattı.

Yazıma bu şekilde başlamamın sebebi, salgının yanı sıra dünyanın karşı karşıya kalabileceği doğal veya yapay çeşitli felaketlerle mücadele etmek için her türlü olağanüstü çabanın gösterilmesi gerektiğini vurgulamaktır. Yol açtığı birçok acıya ve sıkıntıya rağmen salgın’ın olumsuz etkileri bir süre sonra sona erecektir. Nitekim tarihte birçok benzer felaketle karşılaşılmış ve insanlar  tekrar sağlıklı yaşama kavuşmuştu. Ekonomik sıkıntıların da 1-2 yıl içinde atlatılacağına inanıyorum.  Salgın dönemi sonrasında  ne olacak. Asgari bazı değişikliklerle dünya aynı şekilde dönmeye devam mı edecek, yoksa temel sorunların çözümünü sağlayacak adımlar atmak için işbirliği yapılabilecek mi. Doğrusunu isterseniz, gönlüm ikinci şıktan yana ama pek umutlu da değilim. Son salgın bir kez daha gösterdi ki toplumlar ve insanlar arasında yeterince gelişmiş bir dayanışma duygusu yok. İkinci olarak, egoizm ve üstünlük sağlama ön plana çıkıyor. Nihayet günümüzde insanlığın önünü açacak, uluslararası çalışmalara yön verecek  çapta devlet adamı ve düşünür sıkıntısı çekiliyor.Özetle Dünyanın çözümü zor sorunlarla karşılaşmadan, bu sorunların oluşmasını engelleyecek anlayışa ve ortak çalışmalara ihtiyacı var.

8 ay kadar önce ABD-ÇİN ticaret savaşı, 2 ülke arasındaki büyük çekişme ve dünyanın ekonomik ve siyasi alanda 1 numarası olma konusundaki rekabet ve bunların yaratacağı muhtemel gelişmelerle ilgili bir yazı yazmıştım.                (x) Sözkonusu yazı için bakınız: www.istemiparman.com.tr

 Bu yazı ve takip edecek olan bir seri yazı, 8 ay önceki, “Çin-ABD ticaret savaşı ve ötesi “ başlıklı yazımın devamı olarak salgın sonrası ortaya çıkan yeni olguları  ve bazı konuları ayrıntılı biçimde irdelemek ihtiyacının bir sonucudur.

Bu yazıma ek olarak irdeliyeceğim  konular :

  • Salgın ve küreselleşme

  • ABD ve Dünya Sağlık Örgütü

  • Salgın ve ilaç ticareti

  • Salgın’ın ABD, Çin ve dünya ekonomilerine etkisi

  • Dolar’ın geleceği

  • Çin’in dış ilişkileri ve stratejisi

  • Salgın ve Yol ve Kuşak Girişimi

  • Teknoloji savaşı

  • Dünya Ticaret Örgütü ve yeni ticaret düzeni

  • Uygur sorunu

  • Salgın ve sonrasında Türkiye

Dünyadaki çeşitli gelişmeler ve uluslararası ilişkilerin dinamiği ve bunların dünya’nın diğer ülkelerine etkisi nedeniyle başka konuların da bunlara eklenmesi mümkündür.  Sözkonusu yazılarla ilgili yorum ve düşüncelerinizi  ve gerek yukarıdaki, gerek benzer konulardaki incelemeleriniz, gelecekteki dünyayı daha iyi anlamamız açısından hiç kuşkusuz çok yararlı olacaktır.

Yorum ve yazılarınızı “istemi7@gmail.com adresine iletebilirsiniz.

 

GİRİŞ

Önsöz de belirttiğim yazımdan hemen sonra, yazdıklarımın isabetini ölçmeye fırsat dahi bulamadan, COVİD 19 ile tanıştık, önceleri uzaktan el salladı, sonra yakınımıza geldi, davetsiz misafir olarak evlerimize girdi ve bizim de 3 ay evin dışına çıkmamıza izin vermedi. Nasıl ve ne zaman gideceğini bilmiyor ve tahmin dahi edemiyoruz.

Bu yazımızda, COVİD 19 ve sonrasında sosyal, ekonomik ve uluslararası ilişkilerde olabilecek değişikliklerin genel ve kısa bir tablosunu çizmek istedik ve özellikle  dünyanın en güçlü 2 ülkesi ABD ve Çin arasındaki ilişkilere değindik. Virüs’ün Çin’de çıktığı ve en çok ABD’nde hasara yol açtığı göz önünde tutulursa,  bunun doğal olduğu takdir edilecektir.

Salgın bitmeden ve tüm sonuçları ortaya çıkmadan, dünya siyasetinin, yeni güç dengelerinin, devletler arasındaki ilişkilerin, ticaret ve ekonominin yerleşmiş kurallarının nasıl şekilleneceği, toplumsal davranışların yeniden  nasıl biçimleneceği, insanlar arasındaki özel ilişkilerin ve insanların  iç dünyalarının nasıl değişeceği hususlarında öngörüde bulunmak gerçekçi olmayacaktır .

Gerçekten, virüs etkisinin ne kadar süreceği, etkinin tamamen yok olup olmayacağı, geri gelip gelmeyeceği, kaynağın Çin veya ABD laboratuvarlarından mı, yoksa doğal olarak mı ortaya çıktığı, 2 süper gücün hegemonya savaşını ne ölçüde etkileyeceği, demokratik toplumlarda halkın nasıl tepki vereceği, otoriter liderlerin durumdan ne ölçüde yararlanmaya çalışacakları ve nihayet insan psikolojisinin bütün bunlardan ne şekilde etkileneceği gibi hususlar, salgın sonrasında dünyanın yeni rotasının olumlu mu, olumsuz mu yöne  döneceğini belirleyecektir.

Öte yandan, kırk yıla yakın bir süreden beri küreselleşmenin ve yeni liberalizmin insanlık için en ideal çözüm olduğu ifade ediliyordu. “Yeni dünya düzeni” olarak pazarlanan bu oluşumun insanların umutlarını büyük ölçüde karşılamadığı ve tam tersine ülkeler ve insanlar arasındaki dengeyi daha da bozduğu ve eşitsizlikleri arttırdığı dolaylı veya dolaysız birçok felakete yol açtığı, bugün artık birçok kişi tarafından kabul ediliyor. Yerine ne konacağı konusunda yeteri kadar düşünme ve uygulama fırsatı bulamadan Virüs salgını eldeki verilerin tümünü değiştirebilecek diye düşünüyoruz ama gene de emin değiliz. Belki de, bir süre sonra, değişimin tahminlerin çok altında kaldığına da şahit olabiliriz.

Genel kanı olarak olarak, salgın sonrası siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda çok farklı bir dünya ile tanışacağımız düşünülüyor. Birçok kişi, virüs’ün etkinliğinin önem kazanması sonucu, bugünkü kapitalist ekonomik sistemin sona erdiğini, ABD’nin çöküş sürecine girdiğini, doların hakimiyetinin sona erdiğini ve daha birçok şeyin değişeceğini ileri sürmeye başladı. Umalım ki değişim dünya üzerinde adaleti, hukukun üstünlüğünü, insanların mutluluk ve refahını sağlamaya yönelik olarak gerçekleşir. Buna karşılık, değişimin olumsuz olması veya eski düzenin küçük çaplı düzeltmelerle, günümüzün moda tabiriyle ” mutasyona uğrayarak devam etmesi de mümkündür. Umudumuzu kesmeyelim ama, insanların ihtiras ve bencilliği ve büyük küçük tüm devletlerin politikalarının bu ihtiras ve bencilliğin etkisinde kalıyor olması beni korkutuyor ve sonunda hemen hemen her şeyin , hiçbir iyileşme dahi olmaksızın eskisi gibi devam edecek olması daha  da ürkütücü gözüküyor.

Tüm devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarları, felsefi ve sosyal yaklaşımları farklıdır. Ayrıca liderlerin egoları, dünya görüşleri,  politik yaklaşımları ve uygulamaları da her zaman kolaylıkla öngörülemiyor. Bu karmaşık yaklaşımlara ilaveten, virüs’ün etkilerini ve nihayet teknolojideki baş döndüren yenilikleri de dikkate alınca geleceğe yönelik öngörülerimizi geniş bir yelpaze içinde değerlendirmemiz gerekiyor.

 Bu arada unutmamak gerekir ki, gerçekleşme olasılığı çok güçlü olan bir durumun, çoğu zaman küçük bir tesadüfün etkisiyle, tüm  hesap ve tahminlerin tamamen dışında sonuçlar vermesi mümkündür.

BÖLÜM  1

BUGÜNE KADAR COVİD 19

Yukarıda sözü edilen yazımdan bu yana 8 ay geçti ve gözle görülmeyen bir şey, yaratık demiyorum çünkü canlı bile değil , dünya’da her şeyi, iç politikayı, dış politikayı, stratejik değerlendirmeleri, ekonomik, ticari ve mali, kişisel, ulusal ve uluslararası tüm hesap, proje ve planları, her birimizin diğer kişilerle ve toplumla ilişkilerimizi ve dolayısıyla psikolojimizi değiştirdi. Şu günlerde geleceğe yönelik birçok öngörüde bulunuyoruz ama bunlardan hangilerinin ne kadar tutacağı hususunda en ufak bir fikrimiz yok çünkü geleceği etkileyebilecek bir çok alanda öngörülemeyen ve bilinmeyen  var ve bunlara yeni bilinmezlerin katılıp katılmayacağı hususunda tahmin yürütmek bile güç. Şu an için ileri sürülen her düşüncenin temel özelliği belirsiz ve spekülatif olmasıdır.

Esasen her gün,her saat yeni ve değişik bir bilgi bombardımanı ile karşı karşıyayız. Başta Dünya Sağlık Örgütü dahil herkesin kafası karışık. Bilinmezler de orada başlıyor. Virüs aşısı ve ilacı bulunacak mı, bulunursa ne zaman ve ne kadar etkili olacak, tüm uluslara ve insanlara ne şekilde, ne ölçüde ve hangi yöntemle uygulanacak, Virüsün etkisi sona erecek mi, yoksa değişime uğrayarak devam mı edecek, sona erecek olursa, bıraktığı tahribat ve ileriye dönük sağlık riskleri neler olacak gibi sualler akla geliyor. Ancak, Covid 19’un kişisel ve toplu sağlık etkilerinin bugün ve gelecekte ne olabileceği benim alanım değil. Burada sadece bazı sualleri hatırlatmakla yetindik.

VİRÜSÜN  KAYNAĞI  TARTIŞMALARI

Virüs’ün kaynağı da çeşitli spekülasyonlara yol açıyor. Bu konuda, kaynağın ABD çıkışlı mı, Çin’in Wuhan kentindeki laboratuvardan kazaen mi dışarı sızdığı, Wuhan kentinde yaşayan birkaç kişinin yarasa yemesinden mi kaynaklandığı veya özel olarak mı üretildiği hususları iddia edildi. Nihayet akla en yakın olan yarasadan insana bulaşmış olabileceğinin genel kabul gördüğü ve ABD yönetiminin de bu olasılığı kabul ettiği anlaşılıyor. Gene de kesin bir sonuca varılıncaya kadar konu ile ilgili farklı iddiaların zaman içinde tekrar gündeme gelmesi mümkündür. Buna karşılık, ABD ile birlikte birçok ülke, Çin hükumetinin salgınla ilgili şeffaf davranmadığını, salgını dünya kamuoyuna duyurmakta geciktiğini, talep etmelerine rağmen virüs örneklerinin kendilerine verilmediğini ve nihayet bulaşıcılığını sakladığı ve hatta özellikle Çin dışına uçuşları zamanında yasaklamayarak salgının hızla yayılmasına yol açtığını iddia etmektedir. Ayrıca, DSÖ’nün de Çin’in etkisinde kalarak gerekli ikazları zamanında yapmadığı ve Pandemi kararını geciktirdiği de ileri sürülüyor.

Bu nedenlerle, başta ABD, birçok ülke zamanında yeterli tedbir almalarının engellenmiş olduğunu ve büyük kayıplara uğradıklarını iddia ediyorlar. Bazı ülke yetkilileri Çin’den tazminat talep edebileceklerini bile açıkladılar. Son DSÖ toplantısında yüzden fazla sayıda ülkenin talebiyle salgının çıkışı ve yayılması ile ilgili bir araştırma yapılması kararlaştırılmıştır. Çin bu karara itiraz etmemeyi tercih etmiştir. Aksine bir tutum Çin’in suçlu olduğu  yorumlarına yol açabilecekti.

Bu gelişmelerin, Çin’i gelecekte zor durumlarda bırakması ve Başkan  Xi Jimping’in uluslararası düzeyde prestijini olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır.

VİRÜSÜN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEKLER :

Gözle görülmeyen bir virüs’ün Dünya’nın tüm siyasi, ekonomik ve insanların toplumsal ve kişisel düzenini tümüyle değiştirebileceği görülmüştür.

Salgın zengin fakir tüm ülkelerin ekonomilerine önemli zararlar vermiş ve ilk belirtileri zaten görülmeye başlamış olan dünya çapında bir ekonomik krizin ciddi bir boyuta ulaşmasını tetiklemiştir.

Bu durum, tüm ülke ve insanların  aynı gemide olduğunu ve bir veya birkaç ülke veya kişinin Dünya’nın sorunlarından kendini soyutlamasının mümkün olamayacağını açıkça göstermiştir. Virüs dünyanın başlıca zengin ülkeleri ABD, İngiltere, İtalya, Fransa ile birlikte Brezilya ve İran’da da büyük can kayıplarına yol açmıştır. Öte yandan, Fakir insanların yanı sıra, hastalanan başbakanları, bakanları, vefat eden tıp profesörlerini de hatırlamalıyız.

Daha önce SARS ve MERS ile Dünya’yı 2 kez uyarmasına rağmen, Corona virüs’e karşı önleyici tedbirler alınmamış ve ayrıca olası bir salgın karşısında yeterli şekilde mücadele ve tedavi etmek için gerekli psikolojik ortam ve sağlık altyapısı hazırlanmamıştır. Gelişmiş ve zengin Batı ülkelerinin hiçbiri, belki bir ölçüde Almanya hariç, virüs’le mücadelede Güney Kore, Japonya, Taiwan ve hatta Çin kadar başarılı olamadılar.

Çin, Virüs’ün ilk ortaya çıktığı  Wuhan kenti ve bölgesinde süratle çok sıkı önleyici tedbirler almış ve vak’a ve vefat sayısını kısa bir sürede nerede ise sıfıra yakın düzeye indirmeyi başarmıştır. Ancak bu durum Çin’in hazırlıklı olduğu, kendi tedbirlerini aldıktan sonra Dünya’yı haberdar ettiği iddialarının ortaya atılmasına ve  Çin’ le ilgili şüphelerin artmasına  da neden olmuştur. Bu arada virüs’le ilgili bilgileri kamuoyuna ilk açıklayan Wuhanlı doktor ülkeye ihanetle itham edilmiş, daha sonra, doktorun virüs nedeniyle   vefat etmesi üzerine, yönetim tarafından  kahraman ilan  edilmiş olması da  de ilginç bir gelişmedir.

Virüs zengin fakir ayrımı yapmamakla birlikte, salgın bugüne kadar, fakir ülkelerde ve düşük gelir gruplarının ikamet ettikleri  bölgelerde özellikle yaşlı, fakir ve bazı kronik hastalıkları olan insanlar arasında daha çok kayba yol açmıştır.

 Başlangıçta, 65 yaş üstü olanların daha riskli oldukları belirtilmişse de daha sonra, virüs’ün genç yaştakileri ve hatta az sayıda olmakla birlikte. çocukları da etkilediği saptanmış ancak Türkiye dışında hiçbir ülkede, 65 üzeri ve 18/20 yaş altındakilere özel kısıtlama tedbiri uygulandığı  görülmemiştir.

Son açıklamalara göre, ülkemizde virüs nedeniyle hayatını kaybedenlerin %94’ünün 65 yaş üstü gruptakiler arasında bulunması, benim dahil bu yaş grubu d için 3 aya yakın süre evde zorunlu ikamete tabi tutulmasının gerekçesini bir hayli zayıflatmıştır. En kötü ihtimalle acaba yasak konmasa idi, söz konusu oran % 100 olurdu diye düşünüyorum . Öte yandan, COVİD 19  çok akıllı olmalı ki, 65 yaş üstündekileri sabah 10, akşam 20. Arası etkilemiyor, bu saatler dışında sokağa çıkanları ise cezalandırıyor ! ,Şaka bir yana, bu tedbirlerle en çok risk altında olan bu yaş grubunun daha fazla riske edilmemesinin amaçlanmış olması mümkündür.

Devletler ve  toplumlar salgından genel dersleri almaz, gerekli reformlar yapılmaz, insanlar davranışlarını yeni koşullara göre ayarlamayı umursamaz ve beceremezlerse virüs veya başka benzeri tehlikelerden kaçınılması imkansız olacaktır. Bu durumda dünyanın ve insanlığın ne gibi yeni tehlikelere maruz kalacağı, bunlara karşı mücadelenin ise çok zor olacağı kuşkusuzdur. Bu nedenle uluslararası işbirliği ile bugünkü birçok çarpıklığı giderecek düzenlemeler yapılması gerekmektedir. COVİD19 bu alandaki çalışmaların başlaması için gerekli ortamı yaratabilecek mi ? Virüs zarar verirken hiçbir ayırım yapmıyorsa devletlerin de kısır ulusal çatışmaları bir yana bırakıp tüm insanlığı ilgilendiren alanlarda, küresel koşulların olumlu yönde değişmesi için gerekeni yapmalarını beklemek en doğal hakkımızdır. Umarım beni  fazla hayalperest bulmazsınız !

BU GÖZLEMLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Son salgın döneminde dünyanın dayanışma duygusuna çok uzak olduğu görülmüştür. Çin, kendi salgınını kontrol altına aldıktan sonra, bazı gelişme yolundaki ülkelere yönelik küçük çaptaki yardımlar dışında, en büyük yardımı, daha çok politik amaçlı olarak, İtalya’ya yapmış, ABD’ye de bir miktar maske ve sağlık malzemesi göndermiştir. Bazı Çin firmalarının salgını fırsat olarak değerlendirdiği ve birçok ülkeye aşırı fiyatlarla maske sattıkları da not edilmiştir. Aynı şekilde, Türkiye de,  kamuoyunun eleştirilerine rağmen, olanakları ölçüsünde birçok ülkeye sağlık malzemesi yardımı yapmıştır. Bu arada, kendi halklarını virüs’ten en iyi şekilde koruma başarısı gösteren Güney Kore, Tayvan ve Japonya’nın diğer ülkelere ciddi yardım yaptıkları görülmemiştir.

Covid-19 salgını ile insanlığın geleceğini tehdit eden büyük tehlikelerin, zengin fakir, ırk dil ve din ayrımı yapmadan bütün toplumları savunmasız bırakıp herkese zarar verebildiğini belirtmiştik.  Bu durumu ” intervulnarability” ( ortak etkilenilebilirlik) diye adlandırabiliriz. Büyük felaketlere karşı hazırlıklı olmanın ve birlikte mücadele etmenin ne kadar gerekli olduğunun anlaşılması, ülkeler ve toplumlar arasında ortak bir dayanışma duygusunun doğmasına neden olabilirse bu yararlı bir gelişme olacaktır. Söz konusu ortak dayanışma duygusuna da “intersolidarity” (karşılıklı dayanışma) ismi verilebilir. Bu alanda kısa sürede önemli somut adımlar atılması kuşkusuz yararlı olacaktır.

Bu arada, dünya lideri ABD ise, şaşkın bir halde, kendinden beklenebilecek lider davranışını gösterememiş, hatta virüs aşısını bulmak yolunda önemli gelişmeler sağladığı ifade edilen bir alman ilaç şirketini ele geçirme teşebbüsünde bulunarak , dünya kamuoyunu da şaşırtan,   olumsuz  bir davranış sergilemiştir.

Diğer taraftan, Avrupa Birliğinin de acil durumlar karşısında kurumsal olarak harekete geçme ve müdahale etme kapasitesine sahip olmadığı açıkça görülmüştür. Ayrıca , bazı üyelerin tutumları da şaşırtıcı olmuştur. Esasen Avrupa Birliğinin ortak sağlık politikası yoktur ve bu  nedenle Avrupa Komisyonu etkisiz kalmıştır. Öte yandan, salgının yarattığı panik ortamında, üye ülkeler arasında, “her ülke kendi salgınından sorumludur” dercesine, ayrışma görülmüş, bir üye ülkenin, başka  bir üyenin virüs’ten korunma maskelerine el koyma, bir üye ülkeye satılmış sağlık malzemesini bir diğer üye ülkenin daha yüksek fiyat vererek ele geçirme girişmesine  kadar garip durumlarla karşılaşılmıştır. Bu arada, AB  üyesi ülkeler arasında  seyahat serbestisinin kısıtlandığı, sınırlarda kontrollerin arttırıldığı da görülmüştür. Bu gelişmelerin Avrupa Birliğinin geleceğini tehdit ettiği de ileri sürülmüştür.

COVID VE ÇEVRE

Refah artışının en önemli etkenlerinden biri de, farklı gelir gruplarına mensup insanların şu veya bu ölçüde israf yapmakta hiçbir sakınca görmemeleridir. Ülkeler arasındaki ekonomik rekabet sonucu üretimin çok büyük ölçüde artması ve fiyatların düşmesi  tüketimi de büyük ölçüde arttırmıştır. Tüketiciye çeşitli tercih sunulması, ürünlerin en ucuz ve en ekonomik  üretilmesini gerektirmiş ve bu amaçla  kaynaklar sonuna kadar zorlanmıştır. Böylece tarım dahil her türlü üretim için, doğal olmayan ve hatta zararlı kimyasallar da yoğun bir şekilde kullanılmış  ve sonuçta dünyamızın tüm doğal dengeleri bozulmaya başlamıştır..

Küçük bir örnekle açıklayalım. Bir süre öncesine kadar, uçak seyahatlerini iş için ara sıra veya tatil için yılda bir kez kullanıyorduk. Şimdilerde iş için sıkça günü birlik seyahat ediyoruz veya hafta sonunu  başka bir bölgelerde geçirmek için  uçak seyahatleri yapıyoruz. Uçakların ise atmosferi kirletmekte en başta gelen etkenler arasında olduğu bilinmektedir. Durumun önem ve aciliyetini anlamak için Kuzey Amerika, batı Avrupa ve Uzak doğu uçuş trafiği izdüşümlerine bir göz atmak yeterlidir.

Bu gibi durumların neden olduğu, CO2 artışı ve hava kirliliği ve suların, denizlerin kirlenmesi gibi Çevre sorunları Covid’den önce de mevcuttu ve tartışılıyordu. Burada çevre sorununa değinmemizin nedeni aslında tabiat dengelerinin bozulmasından kaynaklanan tehlikelere bir kez daha dikkat çekmektir. Virüs’ün gözler önüne serdiği bazı gerçekler, alışkanlıklarımızın ve davranışlarımızın gözden geçirilmesine yol açmalıdır. Gerçekten, son aylarda, uçuşların, karayolu ile seyahatlerin  ve taşımacılığın kısıtlanması ve  sokağa çıkma yasağı  nedeniyle şehir içi trafiğinin büyük ölçüde azalmasının hava kirliliği ve küresel ısınma üzerindeki olumlu etkilerini, bilimsel veriler bir yana, nerede ise hepimiz bizzat gözlemledik.

Virüs’ün etkileri ister kısa, ister daha uzun vadede sonuçlansın, çevre hassasiyetimizin artarak devam etmesi gerekiyor. Yarattığı bütün olumsuzluklara karşın bu husus virüs’ün muhtemel yararları arasında sayılabilir. Bu arada, çevre sorunlarının jeopolitik üzerindeki etkisinin  de gelecek dönemin ilginç gelişmeleri arasında yer alabileceği unutulmamalıdır.

SOSYAL VE PSİKOLOJİK ORTAM

Hiç kuşkusuz Covid 19 sonrasında sosyal yaşamla ilgili hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Değişimlerin herkesi yakında ilgilendiren bir yönü de toplumsal ve kişisel davranış biçimlerinin gelecekte alacağı şekildir. Virüs’ün bulaşma ve etkileri  bir şekilde devam etse de, etkili aşı ve ilaçlar bulunup virüs tehlikesi ortadan kalksa da, salgın döneminde edindiğimiz yeni alışkanlıkların bugünkü yaşam tarzımızın bir kısmını değiştireceği kesindir. Bu çerçevede, siyasi mitingler, spor müsabakaları ile eğlence ve sosyal amaçlı toplantıların eski heyecan ve sıcaklıkta olamayacağı söylenebilir. Herhalde, siyasi mitingleri, spor müsabakalarını, konserleri ve tiyatro eserlerini daha çok televizyonlarda canlı yayından naklen dinlemek ve seyretmekle yetineceğiz.

Öte yandan, insanlar arasındaki kişisel ilişkilerin de farklı olacağı kuşkusuzdur. Selamlaşma ve hasret gidermeye yönelik davranışlarımız istemesek de değişecektir. Bu dönemde, çok kişi iş yerine gitmeden evden çalışmış, iş görüşme ve toplantılarında yüz yüze ilişkilerin yerini internet üzerinden toplantı ve görüşmeler almıştır. Kriz sona erdikten sonra da bu durumun hiç değilse belirli bir oranda  devam etmesi olasıdır. Bütün bu gelişmelerin, siyaset, toplum ve şahıslarımız için belki yararlı, belki de zararlı  farklı etkileri olacaktır. Önümüzdeki dönemde sosyal bilimci ve psikologlar bu konuları ayrıntılı olarak inceleyecek ve yazacaklar ve bizleri aydınlatacaklardır.  

Belki de bir süre sonra, nerede o eski keyifli günler ve keşke hiçbir şey değişmeseydi demekten başka seçeneğimiz de olmayabilir.

BÖLÜM  2  :  COVİD 19 VE ÖNCESİ  ABD-ÇİN REKABETİ

Trump’ın başkanlık görevini devralmasından sonra geçen  3 yıllık dönem boyunca Abd – Çin ilişkilerinin ticari boyutu ve Çin – ABD ticaretinde Çin’in lehine gerçekleşen büyük fazlanın nasıl engelleneceği hususu ABD’de ve dünya’da en çok konuşulan konulardan biri haline gelmişti. Gerçekten, ABD’nin ticaret kısıtlamaları sadece Çin’in değil, aynı zamanda ABD dahil tüm ülkelerin ekonomileri üzerinde de olumsuz etkileri  olmuş ve bu durumun  yeni ve büyük bir ekonomik krizin başlangıcı olduğu ileri sürülmüştür. Virüs salgınının tam da bunun üzerine geldiğini belirtelim.

ABD’nin yıllık 800-900 milyar doları bulan yıllık ticaret açığının nerede ise yarısının Çin ile ticaretten kaynaklandığı görülüyor. Hiç kuşkusuz ABD ihtiyaç duyduğu ürünleri Çin’den sağlamasa da başka ülkelerden ithal edecek ve gene de belli bir oranda açık verecektir. Geçtiğimiz yıllarda, çok uluslu ABD şirketlerinin Çin’deki faaliyetleri, şirketlerin Çin’de ucuz maliyetle ürettirdikleri ürünlerin dünyaya pazarlanmasından elde ettikleri kârların Amerikan ekonomisine katkısı, hizmet ticaretindeki sağlanan fazla ve tabiatıyla doların dünya üzerindeki mutlak hakimiyeti gibi nedenlerle ABD’nin başlangıçta bu durumdan fazlaca zarara uğradığı ve şikayet ettiği söylenemez. Ancak son yıllarda ABD’nin iktisadi durumunda beliren sorunlar, Trump’ın bu sorunları ele alırken uygulamak istediği politikalar,  Çin ile birlikte AB dahil ABD’ye dost  birçok ülke ile  ticari ilişkilerini yeni bir zemine oturtmak istemesine de yol açmıştır.  Ancak, ABD’yi esas itibariyle rahatsız eden ticaret değil, ABD teknolojik şirketlerinin Çin’deki faaliyetleri ve Çin şirketleri ile alışverişleridir. ABD, Çin’in bu ilişkilerden yararlanarak  askeri teknolojini güçlendirmesinden ve sahip olduğu askeri ve siyasi üstünlüğünü kaybetmekten endişe etmektedir.

Trump’ın uluslararası ilişkilerin yürütülmesi konusundaki alışılmamış yöntemi daha çok iç politika amaçlı gözüküyor. Bu yöntemin bu yıl yapılacak seçimlerde etkili olup olmadığı bir süre sonra görülecektir. Bununla birlikte, Başkan değişip Trump’ın yerine bir başka siyasetçi de  Başkan seçilse, söz konusu politikanın temel yönünün değişmeyeceğini söylemek kehanet olmayacaktır. ABD dünya liderliğini Çin’e bırakmamak için herhalde elinden gelen her türlü yönteme başvurmayı  deneyecektir. Bu gelişmeler sonucunda da  yeni ve farklı bir soğuk savaşın  başladığı anlaşılıyor. Buna rağmen yakın bir gelecekte sıcak bir çatışma ihtimali olduğu düşünülemez. Gelişmelerin ne olacağı bilinemez ama, ABD’nin çantasında bu konuda kullanacağı çeşitli yöntemler bulunduğunu söyleyebiliriz.

SALGIN VE ABD  

Salgın Çin’de başlamış,  daha sonra  İtalya,  İspanya. Fransa  ve İngiltere de hızla yayılmış ve büyük sayıda ölüme neden olmuştur.  Batı dünyası lideri ABD ve onunla beraber İngiltere’nin önceki  örneklere rağmen başlangıçta konuyu pek fazla önemsemedikleri ve gereken tedbirleri almadıkları görülüyor. ABD ve  İngiliz yöneticileri  konunun ciddiyetini algılamakta geciktiler bunun neticesinde  salgın büyük sayıda can kaybına yol açtı ve kayıplar devam ediyor.  Felaket daha sonra Güney Amerika’ya kaydı ve Brezilya 50 binleri aşan kayıpla salgının merkezi haline geldi.  Bu arada, son günlerde başta ABD olmak üzere, birçok ülkenin ekonomik nedenlerle önleyici kısıtlamalara son vermeye başladıklarını görüyoruz. Ekonomik sıkıntılar sağlık sorunlarının arka plana atmış olmalı.

Her ne kadar bir ara, ABD’de polis şideti ve bundan kaynaklanan olaylar gündemde ön plana geçmişse de, salgın’ın ABD’deki  etkileri, çok büyük sayıdaki can kaybı, Trump’ın krizin başında virüs olgusunu ciddiyetle ele almaması ve ayrıca olaylar karşısındaki tutumu, herhalde uzun süre unutulmayacaktır.  Gerek salgın’la gelen kayıplardan, gerek   ırkçı bir polisin kişisel şiddeti sonucu ortaya çıkan ve toplumun bir tür başkaldırışına dönüşen olaylardan Trump yönetiminin  sorumlu olduğu iddia edilse de, kayıpların ve büyük tepkinin  gerçek nedenlerini  ABD’nin sağlık ve sosyal dayanışma alanlarındaki  politikalarına ve ihmallerine bağlamak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Kral çıplak. Bu durumun, kapitalist sistemin ABD’ye özgü uygulamasından kaynaklandığına kuşku yoktur. Dünyanın en büyük ekonomisine sahip ABD’nin salgın karşısında böylesine çaresiz bir duruma düşmemesi, tam tersine salgınla mücadelede örnek olması ve tüm dünyaya yardımcı olarak gerçek bir lider gibi davranması gerekirdi.  ABD,  hem kendi ülkesinde, hem  de uluslararası planda, krizi yönetememiş ve netice olarak Çin ABD’nin zafiyetini kendi lehine değerlendirmiştir. Bu durumda,  her şeyden önce ABD’nin kendi içindeki  temel sorunları görmesi ve bunları çözmek için yeni politikalar uygulaması gerekiyor. Ancak,  ABD’nin iç dinamiklerini, siyasi felsefesini ve ekonomik politikasını dikkate aldığımızda  bunun kolay gerçekleşecek  bir  husus olmadığı açık olarak görülecektir.

Aynı şekilde, ABD‘nin yanısıra , Batı dünyasındaki birçok ülkenin de (ingiltere, italya ,ispanya ve Fransa )  sağlık sistemlerinde önemli eksikler olduğu görülmüştür. Batı ülkelerinde arasında belki Almanya bir istisna teşkil ediyor.

Önümüzdeki dönemde söz konusu ülkelerin sağlık politikalarını temelden değiştirecek yeni adımlar atmaları beklenmelidir. Bu alanda atılacak olumlu adımların, özellikle ABD  iç politikasına da etki yapacağı kuşkusuzdur. ABD’de coronavirüs tedavisi ile ilgili hastane faturalarının 10 binlerce doları aştığı, bazı hallerde  çok daha büyük meblağlara ulaştığı, medya haberleri arasında yer alıyor. ABD’de zorunlu sağlık sigortası sisteminin bulunmaması ve alt gelir gruplarındaki kişilerin de genellikle sigorta koruması altında olmaması göz önünde tutulursa, konunun önemi daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. ABD’de çok büyük sayılara ulaşan kayıpların önemli nedenlerinden birinin de bu durumdan ileri geldiği söylenebilir. Tüm bu gelişmelerin, önümüzdeki başkanlık seçimlerini  ne ölçüde etkileyeceğini yakında göreceğiz. Tabii ABD’nin iç ve dış politikalarında olabilecek değişikliklerin de !

ABD’nin, sağlık ve gelir dağılımı gibi konularda, vatandaşları arasında dengeli ve tutarlı bir politika izlememesi ve toplumsal barış ve huzuru  sağlayamaması, Çin  ile rekabetinde elini bir hayli zayıflatabilir. Her şeye rağmen, hür ve demokrat Batı dünyasının lideri ABD’nin, 20 nci yüzyılda Batı dünyasında geliştirilen sosyal politikalardan çok uzakta kalmış olması ilginç bir çelişkidir. Salgın ve son olaylar ABD’nin bu alandaki eksiklerini görmesini ve gereğini yapmasını sağlayabilir mi, bilemiyorum. Aksi halde güç kaybına uğraması  kaçınılmazdır. Günümüz dünyasında ise sadece askeri güçle liderliği devam ettirmenin giderek zorlaştığı kuşkusuzdur.

SALGIN VE ÇİN

Çin’in son dönemde büyük bir hamle yaparak yüksek bir kalkınma oranı yakaladığı ve halkın refahını hızlı bir şekilde arttırma başarısını gösterdiği yadsınamaz. Salgın  döneminde de Çin, otoriter sisteminin de etkisiyle, salgın başlar başlamaz çok ciddi karantina tedbirlerine başvurmuş ve salgının etkisini sınırlandırarak, ABD ve batı Avrupa ülkelerine nazaran başarılı bir görüntü vermiştir. Çin kriz dönemi başarısını öne çıkararak otoriter komünist rejimin ne kadar etkili ve yararlı  olduğunu göstermeye çaba gösteriyor. Çin ayrıca bu başarıyı kalkınma ve teknoloji alanlarında son 40 yılda gösterdiği üstün performansla da birleştiriyor. Salgın döneminden sonra da Çin yönetimi bu başarıların temelinde komünist ve otoriter rejimin yattığını ileri sürmeye devam edecek ve bu politikası ile, küresel zeminini genişletmeye çalışacaktır. Bu yaklaşımın özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerin, otoriter lider ve yönetimleri arasında çokça alıcı bulacağı kesindir.

Salgında ki başarılarına rağmen Çin, bazı uygulamaları nedeniyle içerde ve uluslararası düzeyde ağır şekilde tenkit edilmiş ve suçlanmıştır. Çin yönetiminin  virüsü ve salgını bir süre saklamak ve dünyaya ve DSÖ’ne geç duyurmakla suçlandığını daha önce belirtmiştik. Diğer bazı uygulamaları da Çin’in imajına olumsuz etki yapmıştır. Çin’in sağlık malzemesi yardımlarını açıkça  siyasi amaçlarla kullanmaktan çekinmemesi, Çin firmalarının sağlık malzemeleri  ihracatından aşırı kâr elde etmeye çalışması, akla gelen ilk örneklerdir. Bu arada, son günlerde, virüs’ün bu kez başkent Pekin’de tekrar ortaya çıktığını da hatırlatalım.

Otoriter rejimi aynı zamanda, Çin’in en büyük zaafıdır. Gerçekten, yönetim ülke içinde hiçbir şeffaflığa ve muhalefete izin vermemektedir. Başkan’ın politikası ve kararlarının Komünist parti üst yönetiminde  tenkit edilmesi ve hatta  tartışılması mümkün değildir. Bunun yanı sıra 1 milyon parti üyesi, partinin, daha doğru bir ifade ile, liderin kararlarının ülkenin tüm yerleşim ve üretim birimlerinde saptırılmadan ve eksiksiz uygulanmasını gözetmektedir.  Bununla birlikte, Çin komünist partisinin son kongresinde Xi’nin politikalarına  karşı, çok net olmasa da,  bazı muhalif işaretler belirmeye başlamıştır. Komünist ülkelerde sıkça görüldüğü  üzere,  bu işaretler zamanla somut hale gelmekte ve yeni bir liderin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.  Bununla birlikte genellikle yönetim tarzı  değişmemekte, mevcut politika ve tutum aynen devam etmektedir.

Partinin politikası ve kararları sadece dış ilişkiler ve toplumsal politikalarda  değil, insanların günlük yaşamlarında da etkilidir. Çin yönetiminin teknolojik gelişmeyi insanların günlük yaşamları üzerinde mutlak bir kontrol sağlamak için de kullandığı anlaşılıyor. Davranışları nedeniyle belli bir ölçüde olumsuz puan alan kişilere,  seyahat  serbestilerinin kısıtlanması, bazı kamusal haklardan mahrum bırakılması gibi cezalar veriliyor, Olumlu puan alan “ örnek vatandaşlar” ise çeşitli şekillerde ödüllendiriliyor.

İleri teknoloji ve  yapay zekâ ile robotlar “akıl”landırılmaya  çalışılırken, aynı teknoloji kullanılarak insanların ”robot” haline getirilmeya çalışıldığını görüyoruz. Faaliyet gösterdikleri  ülkelerde casusluk idiaalarının yanı sıra, Çin’in 5G ve Huawei ile bu teknolojileri dünyaya yaymaya çalıştığı da ileri sürülüyor. Başlangıçta, Huawei ile çalışmayı kabul eden İngiltere, geçtiğimiz günlerde, Huawei ile işbirliği yapmaktan vazgeçtiğini resmen açıklamıştır. ABD baskısının bu konudaki etkisi açıktır. Aynı şekilde, Çin Fransa’ya baskı yaparak mobil telefon şirketlerinin Huawei  teknolojisi ve malzemelerini kullanmasına izin verilmesini  istiyorsa da, Fransa konuya sıcak bakmıyor.  Bu arada Fransa’nın yaya geçitlerinde yüz tanıma sistemleri kurmak istediği de ileri sürülmektedir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi ve yaygınlaşmasının, polisiye tedbirler açısından bazı avantajlar sağlayacak olsa da, kişi hakları ve demokratik ilkeler açısından önemli sakıncalar doğuracağı kuşkusuzdur.  Konunun  bilim kurgu filmlerine daha çok yakışacağını belirtmekle yetinelim.  Teknolojik gelişmenin temel amacı insanları mutlu etmek olmalı, endişelendirmek değil. İnsanların  robot haline getirilerek,  özgür  düşünme yeteneklerini kaybetmeleri otoriter eğilimli ülke yöneticilerini çok mutlu edecekse de, bu tür gelişmelerin gelecek nesiller için hayatı büyük bir dram haline getireceği kuşkusuzdur.

Öte yandan, ekonomik kalkınma ve refah artışı ile birlikte iç politikada bazı hoşnutsuzlukların ortaya çıkması da doğaldır. Giderek artan refah düzeyinin de etkisiyle, Çin halkı, çok muhtemelen, en doğal yaşamsal hürriyetinin kamu  otoritesi tarafından ortadan kaldırılmasını ve “büyük gözaltı” nda yaşamayı   kabul etmeyecektir. Diğer taraftan,  gelir dağılımı açısından Çin halkı arasında büyük çarpıklıklar vardır. Bölgeler arası gelişmişlik farklılıkları büyüktür. Asgari ölçüde bir demokrasi olmadığı cihetle, ifade ve basın hürriyeti söz konusu değildir. Uygur bölgesi ve Hong Kong başta, tüm ülkede, hukukun üstünlüğünden ve insan haklarından bahsedilemez. Otoriter yönetim Çinlilere fakirlik çemberini  kırma olanağını vermiştir. Ancak halkların gelir arttıkça en başta özgürlük ve başka   birçok hakka sahip olma istediği bilinen bir gerçektir.  Nitekim Çin’e nazaran daha yüksek gelir düzeyine sahip Hong Kong halkın Çin’in otoriter yöntemine başkaldırışı bu alanda ilk örneği teşkil ediyor ve Çin’in baskıcı tutumu uluslararası düzeyde büyük  tepki doğuruyor. Çin bugün için bu tepkileri ihmal ediyor gözükse de, uzun vadede amaçladığı dış politika hedeflerinin bu durumdan zarar göreceği kuşkusuzdur.

Bu arada, Yol ve Kuşak girişimi çerçevesinde  mali yardım ve yatırım yaptığı ve  işbirliğini geliştirmek  istediği ülkelerden bir kısmı, mali sorunları ve yatırım ihtiyaçları nedeniyle Çin’in politikalarına itiraz edemiyor.  Buna karşılık benzer durumdaki  birçok   ülke  lider ve yöneticilerinin, Çin’in son dönemlerdeki politika ve uygulamalarına karşı  tepkili  davranmaya başladıkları da dikkati çekmektedir.

BÖLÜM  3  :  GÜNÜMÜZDE ABD ÇİN REKABETİ

Son zamanlardaki bazı gelişmelerden ve salgında 2 ülkenin yaşadıklarından hareketle çok kişi, belki biraz aceleci davranarak, salgın’ı 3üncü dünya savaşı olarak nitelendirmiş, ABD’nin bu savaşı kaybettiğini  ve dünyanın yeni liderinin Çin olduğunu ileri sürmeye başlamıştır. Gerçekte salgın’ın yarattığı durum ABD ile Çin arasındaki büyük çekişmede sadece yeni bir cephedir.

COVİD 19, farklı biçimlerde de olsa,  2 ülkeye de büyük zarar vermiş ciddi boyutta ekonomik sorunların belirmesine yol açmıştır. Doğal olarak, salgın sonrasında 2 büyük ülkenin, özellikle sağlık alanında işbirliğine giderek insanlığı benzer felaketlerden kurtarmak için ortak çaba göstermeleri, ufak bir umut olarak da olsa  beklenebilirdi. Ancak gerçeklerle karşılaşınca görüldü ki, salgın sürecinde yoğunlaşan  çekişmenin  şiddeti artarak  devam ediyor. ABD’nin salgın sürecinde  büyük ölçüde şikayetçi olduğu Çin’e karşı propagandasını yoğunlaştırdığını ve karşıtlığını farklı sahalara da yaymaya  başladığını görüyoruz. Buna karşılık , Çin’in  de yayılmacı politikasının dozunu arttırmaktan vazgeçmediği, salgın’ı bunun için bir fırsata çevirmek istediği gözlemleniyor.

KAPİTALİZM İLE KOMÜNİZM  KARŞI KARŞIYA

ABD Çin ilişkileri, ticaret, teknoloji, ekonomi ve siyaset alanlarındaki rekabetin çok ötesinde bir üstünlük ve hegemonya mücadelesi halindedir. Bu mücadele sadece iki ülke değil, aynı zamanda iki ayrı siyasi ve iktisadi rejim ile iki ayn ideoloji ve yönetim anlayışı arasında da cereyan ediyor.

Genel olarak bakıldığında, liberal kapitalist sistemle, komünist sistem, hür düşünce ve insan hakları temeline dayalı demokratik rejimle, parti yönetiminin her konuda tek ve mutlak söz sahibi olduğu otoriter komünist rejim karşı karşıyadır. Bu tür bir mücadele ile daha önce de karşılaşmıştık.

İkinci savaş sonrasında ABD öncülüğündeki  Batı ile Sovyetler Birliği  liderliğindeki komünist blok arasındaki rekabet, soğuk savaş ortamında, 50 yıla yakın bir süre bütün şiddetiyle devam etmiştir. Bununla birlikte bu dönemde  iki taraf arasındaki mücadele birbirlerinin varlığını tehdit eder boyutta gözükmemiştir.  Zaman zaman  ABD ile Sovyetler arasında bazı ciddi sorunlarla karşılaşılmış olsa da,  ABD ve Sovyetler Birliğinin nükleer silah gücüne dayalı “dehşet dengesi” nin sağladığı “ barış içinde birlikte yaşama ” güdüsü 1990’a kadar  sürmüş ve  nihayet Sovyetler  Birliğinin  dağılmasıyla sonuçlanmıştır. İlginç olan 50 yıla yakın süren söz konusu soğuk savaş döneminde, 2 taraf arasında  dış politika, rejim,  uzay da üstünlük, silahlanma ve askeri ittifak   alanlarındaki büyük rekabete rağmen, ABD, dünya liderliği konusunda,   Sovyetler Birliğinin kendisi için bir tehlike yarattığını düşünmemiştir. Bunda Sovyetler birliği ve müttefiklerinin ekonomik ve ticaret alanlarındaki zafiyeti ve  bir varlık gösterememiş olmasının mutlak etkisi vardır. Gerçekten özellikle silah ve uzay teknolojisindeki başarılarına rağmen, Stalin ve sonraki liderlerin belki de, rejimin karakteristiğinden  kaynaklanan, ekonomi alanındaki kötü yönetimlerinin ve katı otoriter tutumlarının yol açtığı hoşnutsuzluk Sovyet rejiminin  sonunu hazırlamış  ve ABD bu dönemde bütün çabasını Sovyet  rejiminin yıkılışının hızlandırılmasına  yöneltmiştir.

 ABD Çin ilişkileri ise farklı  bir boyuttadır. Deng Xio Ping’in 1979 dan itibaren, ABD’yi tabir caizse uyandırmadan, sağladığı yüksek kalkınma hızı ve gelişme ile Çin ABD”den sonra ikinci büyük ekonomiye sahip hale gelmiştir ve bazılarına göre önümüzdeki yıllarda ABD’nin önüne geçecektir. ABD,  yıllar boyunca, Çin’in ekonomik gelişmesini, yeni ve çok büyük bir pazar yarattığı düşüncesiyle, olumlu gözle izlemiş, ancak Çin’in ekonomi, teknoloji ve askeri alanlarda  kaydettiği olağanüstü gelişmelerden sonra uyanarak, barış dönemlerinde ender görülen bir şekilde, uluslararası kural ve anlaşmaları da hiçe sayarak, Çin’e karşı ciddi ve uzun vadeli bir mücadeleye yönelmiştir. Bu yaklaşımın  temelinde , 10 yıldır iktidarda bulunan, Xi Jinping’in yayılmacı ve agresif politikasının önemli etkisi   olduğuna  kuşku yoktur.

ÇİN DIŞ POLİTİKASINDA SON GELİŞMELER

Gerçekten, İktidara geldiğinde ekonomik alanda gelişmiş ve güçlenmiş bir Çin bulan Xi Jinping,  sessiz sedasız ticaretini geliştirmeye ve ekonomiyi daha da güçlendirerek halkının refahını yükseltmeye devam etmek yerine, Çin’in yeterince güce kavuştuğunu düşünmüş ve belki de biraz zamansız olarak, bu gücü ispatlama ve  gücünü dünya’ya gösterme yoluna gitmiştir. Bir yandan, Çin donanması, bölge ve hatta dünya çapında müdahalelerde bulunmak amacıyla güçlendirilmeye çalışılırken, YOL ve KUŞAK GİRİŞİMİ (YKG) ile yayılma politikaları da  açıkça ortaya konmuştur. Çin özellikle ticaretteki gücünü ve mali olanaklarını kullanarak güney’den deniz yolu ile Güney Asya, Afrika ve doğu Akdeniz ülkeleri , kuzeyden de demir yolu ile Orta Asya, Rusya ve Avrupa ülkeleri ile siyasi ve ekonomik  ilişkilerini  yoğun hale getirme çabasına girmiştir. Çin YKG çerçevesinde birçok ülkede alt yapı inşaatlarını uzun vadeli kredilerle finanse etmiş, ülkeleri borçlandırmaya ve kendisine yakın ülke ve bu ülkelerde Çin yanlısı yöneticiler oluşturmaya başlamıştır.

Çin’in temel amacının, söz konusu ülkelerden hiç değilse bir kısmında, köprü başları tutmak ve buraları ticari, siyasi ve zamanı geldiğinde askeri amaçlar için ve  muhtemelen diğer ülkelere  birer atlama noktası olarak, kullanmak  olduğu şüphesi akla gelmektedir. Bu çerçevede, Çin’in ticari amaçlı gözüken girişimlerinin, gerçekte yayılmacı politikasının bir aracı olduğu  kolayca tahmin edilebilir. Gerçekten, Çin’in, kredi desteğiyle yatırım  yaptığı ülkelerin genellikle batı finans sistemi içinde kredi bulmakta zorlanan yoksul ülkeler arasından seçilmesi, bu ülkelerden ekonomik değil siyasi yarar sağlamak amacı güttüğünü açık olarak göstermektedir. Çin uyguladığı ağır faiz politikası ile de söz konusu ülkeleri kendine bağımlı hale getirmeyi amaçlamaktadır. Hind okyanusunda Sri lanka, Doğu Afrika’da Cibuti ve Habeşistan, Batı Afrika’da Angola, bu durumun  açık örneklerinden sadece bazılarıdır. 

Çin ayrıca, Orta Asya ülkeleri, Pakistan ve İran ile özel ilişkiler kurarak bu ülkeleri de etki alanına almak için önemli adımlar atmıştır. Öte yandan, Çin, İtalya ile özel ilişkiler kurarak ve   Hollanda ve Yunanistan’da  bazı limanların yönetimini ele geçirerek Avrupa Birliğine de yaklaşmaktadır. Bununla  birlikte, Yol ve Kuşak Girişimi çerçevesinde 1 trilyon dolarlık finans katkısının sağladığı bazı avantajlara rağmen, dış politikadaki yaklaşımları ve ülkelerin iç işlerine karışma potansiyeli nedeniyle, birçok ülke üst düzey yöneticisinin Çin’in uygulamalarını şüphe ile karşılamaya başladığı görülmektedir. Bu arada Çin’in  sınır komşusu ülkelerle yaşadığı sorunlar, Güney Çin denizinde hakimiyet iddiaları ve Taiwan’a yönelik tutumu nedenleriyle, bazı Pasifik ve Güney Asya ülkelerinde de ciddi bir tehdit unsuru olarak  görülmeye başlandığı görülmektedir.

Çin’in İran üzerinden Suriye ve gelişmelere göre uygun fırsat ortaya çıkınca Doğu Akdeniz ve Libya konusuna müdahil olmaya çalışması da şaşırtıcı olmayacaktır. İsrail, Çin tarafından yapılması planlanan çok büyük bir deniz suyunu tuzdan arıtma projesinden son anda vazgeçmiştir.

Çin’in büyük üretim gücü, dünya ticaretinde baş rolü alması, birçok pazarı ele geçirmesi, finansal olanakları ve yatırımları ile siyasi avantajlar sağlaması, hatta ABD pazarına yoğun bir şekilde girerek ABD ekonomisindeki sorunların bir numaralı sorumlusu olarak gösterilmesi ve bütün bunlara ilaveten teknolojide büyük ilerlemeler kaydetmesi, bu teknolojiden yararlanarak donanmasını güçlü hale getirme çabaları, bu çerçevede Pasifik, Güney Asya, Afrika ve hatta Doğu Akdeniz’e yayılma politikasının ABD’yi endişelendirmemesi mümkün değildir. Öte yandan, 1,5 milyara yaklaşan nüfusu  da  Çin’in yayılmacılığı yolunda ayrı bir avantaj olarak dikkate alınmasını gerektiriyor.  Çin kökenlilerin değişik ülkelerde iş ve ticaret alanındaki başarıları ve bu arada  ülkeleri ya da parti ve devlet ile ilişkilerini kesmedikleri  de bilinen bir husustur

ÇİN’İN BAZI SORUNLARI

Bugün için, satın alma paritesi açısından ABD’yi geçmiş olduğu hususunu bir yana bırakacak olursak, ekonomik büyümeye karşı gelir dağılımındaki büyük eşitsizlik, Çin’in Doğu Türkistan da Uygur Türklerine ve Hong kong halkına karşı uyguladığı ve ABD’nin büyük tepkisini açıkça gösterdiği sorunlar, Çin halkının gelirinin artmasına rağmen Komünist partisinin aşırı otoriter uygulamalarına gösterebileceği muhtemel tepkiler ve bunların sonucu olarak ABD’nin de etkisiyle başta AB, birçok ülkede görülmeye başlayan  Çin karşıtı hava ve ticari  engeller, Çin’in büyük bir ihtimalle önümüzdeki dönemde planladığı ihracat hacmini daraltacaktır. İhracatın Çin ekonomik kalkınma modelinin lokomotifi olduğu dikkate alınırsa, bir dönem %13-14’lere ulaşan ve 2019 da ancak % 6 düzeyinde kalan kalkınma hızının, salgının da etkisiyle  önümüzdeki yıllarda bu orana dahi yaklaşmakta zorlanması beklenebilir.

ABD’NİN TEPKİSİ

Öte yandan, en güçlü ülke olarak Batı dünyası lideri durumundaki ABD’nin, liderliğin sağladığı yararlardan vazgeçmesi, Çin’in liderliğini tehlikeye sokacak politika ve davranışları karşısında tepkisiz kalması mümkün değildir. ABD bu ihtimali engellemek için her yola başvurmaktan kaçınmayacaktır. Nitekim, ABD son birkaç yıldır, uluslararası kuralları  hiçe sayarak, Çin’e karşı açıkça mücadele etmeye başlamıştır. Buz dağının görünen kısmı ABD’in ticaret açığıdır. Covid 19 salgını ve ortaya atılan iddia ve suçlamalar ise ABD’ye  Çin’i yıpratmak için yeni  fırsatlar yaratmış gözüküyor. O kadar ki, Trump, son dönemde, ABD’nin Çin ile her türlü ilişkisini yasaklama  tehdidinde bulunmuştur. Dış işleri sekreteri Pompeo’ya göre ise, Çin artık bir rakip değil bir “düşman”dır. Son derece ciddi bir anlamı olan bu söylem daha sonra  birçok ABD yetkilisi tarafından da sık sık kullanılmaya başlanmıştır. Son olarak, Güney Çin denizindeki gelişmelerin de etkisiyle, ABD’nin yayınladığı beyaz kitapta , Çin ordusunun ABD için en büyük tehlike olarak gösterilmesi  şaşırtıcı bir gelişme değildir.

Bu gelişmeler, ABD ikinci büyük soğuk savaş dönemini fiilen başlatmış olduğunu açıkça göstermektedir. 21 inci yüzyılda dünyanın bu savaşa ihtiyacı var mıydı hususu ise ayrı bir sualdir.

ABD, gelişmesini sınırlandırmak, ekonomisine zarar vermek için çeşitli yöntemlere başvurmanın yanı sıra, ÇİN’e karşı siyasi ve askeri tedbirler almaktan da  vazgeçmeyecektir. Bu çerçevede,  Japonya, Güney Kore, Avustralya , Yeni Zelanda ve Tayvan arasında savunma işbirliği anlaşmalarını desteklemektedir ve belki de bölge ülkeleri ile “NATO” benzeri  “PATO” ( Pasific  Ocean Treaty Organization)  veya  “IPATO” ( Indo Pacific Ocean Treaty Organization ) ittifakı kurma  girişiminde bulunabileceği akla gelmektedir. Söz konusu işbirliğine,  Hindistan, Vietnam, Endonezya ve Filipinler  gibi bölge ülkelerinin de ilgi duyması muhtemeldir. ABD, Taiwan ve Güney Çin denizi konusunda ABD  Çin iddialarına şiddetle karşı çıkıyor.  Ancak ABD’nin sözlü itirazlarının yanı sıra özellikle Güney Çin denizinde Çin iddialarına karşı  ne ölçüde aktif müdahale edeceğini hususu, bölge ülkelerinin askeri işbirliği ve ittifak konularındaki kararlarında herhalde etkili olacaktır.

ABD’nin bu politikasına karşılık , Çin de  bölge ülkelerini etkilemek için doğal olarak yoğun çaba gösteriyor. Bu çerçevede, uzun süredir, ABD ile Askeri İşbirliği Anlaşması olan Filipinler, geçtiğimiz aylarda söz konusu anlaşmanın feshini ihbar etmiştir. Anlaşma  ağustos ayında  sonra sona erecektir. Söz konusu anlaşmanın, bir şekilde yenilenmemesi, ABD açısındam olumsuz bir gelişme olacak ,  bu yaklaşım, bölgenin önemli stratejik  konuma sahip  ülkelerinden Filipinlerin  Çin’le ilişkilerini dengelemek için bu yola başvurduğu anlamına gelecektir.

ABD ve  Çin’in birlikte uluslararası ticaret ve dünya ekonomisinde %40 civarındaki payları, bazı sektörlerde tamamlayıcı nitelik taşıyan girift ve önemli ikili ticaretleri dikkate alındığında, ticaret savaşı ve diğer sürtüşmelerin her iki ülkeye büyük zararlar verdiği ve olumsuzlukların giderek artacağını söylemek mümkündür.  Pandemi’nin genel ekonomik sorunları büyük ölçüde arttırması durumu daha da önemli hale getirmektedir.

Ticari ilişkilerin aksaması Çin’i yeni pazarlar bulmaya zorlayacaktır. Ancak bu alanda bazı zorluklarla karşılaşması muhtemeldir.  Aynı şekilde ABD şirketleri de de yeni tedarik merkezleri bulmakta zorlanabilecektir. Ucuz ve bol Çin iş gücünden yararlanamayacak şirketlerin bu durumdan ciddi zarar görecekleri açıktır. İki ülke de, büyük zarara uğrayacaklarını bildikleri  için zaman zaman uzlaşmaya çalışmışlar, ancak varılan anlaşmalar sonuçsuz kalmıştır. Neticede, hegemonya mücadelesinin doğal sonucu olarak sürtüşmelerin artarak devam etmesi kaçınılmazdır.

Gerçekten, Çin’in yayılmacı politikalarının yarattığı tehdit ve teknolojik gelişmelerin yarattığı askeri tehlike nedeniyle ABD, Çin’in siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda  gelişmesini engellemeye  devam edecektir. Aynı şekilde, Çin’in de temel hedeflerinden vazgeçmesi bugünkü koşullarda mümkün gözükmüyor. Bu durumda sürtüşmelerin çeşitli alanlarda artarak devam etmesi kaçınılmazdır ve nereye kadar devam edeceğini tahmin etmek zordur. Gene de bir tahminde bulunmak gerekirse, taraflardan birinin  yorulup mücadeleyi bırakmasına veya radikal bazı değişikliklerin oluşmasına kadar, rekabetin, dozu bazen azalarak, bazen de artarak, devam etmesi beklenebilir. Bu konuya tarihsel açıdan bakarsak, geleneksel olarak sabırlı olduğu bilinen Çin daha avantajlı gibi gözüküyorsa da, başkan Xi Jinping aceleci tutumu bazı verileri değiştirebilir. Tarih, hedefe kısa yoldan ulaşmaya çalışanların karşılaştıkları  tehlike örnekleriyle doludur..

TEHLİKELİ İŞARETLER

Her ne kadar ABD ile Çin arasında sıcak çatışma olasılığı düşük gibi gözükse de, pasifikte suların ısınmaya başladığı görülüyor. Bu ısınmanın başlıca 2 nedeni, Çin’in Taiwan konusunda taleplerini tekrar öne sürmeye başlaması ve Güney Çin denizinde egemenlik iddialarıdır.  ABD bu konuların ulusal güvenliği ile ilgili olduğunu açıklamıştır. Güney Çin denizinde Çin’in diğer bölge ülkelerinin haklarına tecavüz eder tutumu, sığlıklarda ve sualtı adacıklarda yapay askeri üsler ve haberleşme tesisleri kurması gibi hususlar ABD’yi rahatsız etmektedir. Bu arada, deniz ulaşımı serbestisini sağlamak amacıyla ABD donanmasının  sık sık bölgede gözükmesi dikkat çekmektedir. Sonuç olarak, her iki konunun ABD’nin kırmızı çizgilerini teşkil ettiği açıkça gözüküyor.

Pasifikte ciddi bir gerginlik oluşması halinde, ABD ile Çin’in,  konvansiyonel silahlarla değil, daha çok teknolojik alanda karşı karşıya gelecekleri ileri sürülüyor.  Çin bu konuda daha avantajlı gözüküyor. Gerçekten, Çin  teknoloji şirketleri ile Çin Halk Ordusu iç içe çalışmakta ve her teknolojik yenilik anında askeri alana aksettirilmektedir.  Buna karşılık, Silicon Valley’in dev teknoloji şirketleri ile Pentagon arasında  işbirliği, serbest piyasa sisteminden kaynaklanan nedenlerle,  farklı şekilde gerçekleşmekte ve bu durum ABD’nin askeri teknoloji alanında geri düşmesine yol açmaktadır. Muhtemel bir ABD Çin çatışmasında, Çin’in ilk hedefinin ABD askeri haberleşme ve koordinasyon sisteminin felç etmek, bir başka deyişle,ABD güçlerinin kör ve sağır  hale getirmek olacağı ileri sürülmektedir. Bu nedenle ABD, en kısa zamanda teknolojik savaşta savunma sistemlerini geliştirmeye çalışmaktadır.

Çin, ABD’nin askeri teknoloji de dahil askeri alandaki gücünün  son dönemlerde  zafiyet gösterdiğini düşünerek, Taiwan veya Güney Çin denizinde girişeceği harekâta,  ABD’nin karşılık vermeyeceği gibi yanlış bir değerlendirme yapabilir, Böyle bir düşüncenin, çok önemli sonuçlar doğurabilecek bir kazanın  oluşmasına yok açması muhtemeldir. Aynı ölçüde endişe verecek bir başka husus ise, ABD’nin, Çin’in askeri teknoloji gücünü dengeleyemiyeceği ve gerekli savunma tedbirlerini alamayacağı gibi bir düşünceden hareketle, kendi açısından muhtemel bir tehlikeyi  önlemek amacıyla harekete geçme zorunluluğunu duyması olasılığıdır. Her iki durumun yaratacağı felaketin boyutunun açıklanmasına ihtiyaç dahi yoktur.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Yukarıdaki karamsar durumlara karşı, yazımızı iyimser bir not ile bitirelim. ABD Çin çekişmesi üçüncü ülkeler için, küçük bir olasılık da olsa,   bazı  yararlar sağlayabilir. Bunun için, ABD daha az bencil davranmalı, “America first” anlayışı geri plana itilmeli, dış politikası çeşitli lobilerin  etkisinden soyutlanmalı ve hür dünya liderine yakışan bir özveri ve  yardımlaşma duygusu ile eşitlik ve adalet ilkelerine bağlı davranmalıdır. Çin’in de dış politikasını daha gerçekçi bir anlayışla yürütmesi,  ekonomik  gelişme ve güçlenmesini, yayılmacı ve agresif değil, kendi halkının ve diğer  insanların refahı ve barışçı bir dünya için kullanmaya çaba sarf etmesi ve azınlıkların haklarını tanıması gerekiyor. Bu gibi yaklaşımların  her iki ülke için olduğu kadar tüm dünya için  de çok daha yararlı olacağı kuşkusuzdur.

Gerçek dünya’ya dönersek,  ABD ve Çin aralarındaki  rekabetin neden olduğu uygulamaların hem kendilerine, hem de karşı tarafa büyük zarar verdiğini ve vereceğini açık olarak görmekteler.  Dünya da bu zarardan kendini payına düşeni almaktadır.  Her iki taraf da çekişmeye son versek isteseler dahi, bunu başarabilmeleri güç gözüküyor. Geçtiğimiz dönemde bazı konuları çözmek için anlaşmalara varılmışsa da,  bunlar  kısa dönemli bir ara vermenin ötesine geçememiştir.  Bu durum uzlaşma ve anlaşma için hiç umut olmadığı anlamına gelebilir mi. Tabii ki hayır.

Taraflardan birinin hegemonya rekabetinden  vazgeçme olasılığı her zaman mümkündür.  Bununla birlikte bu yönde bir gelişme olurken çok tehlikeli yollardan geçmek gerektiği hususunu dikkate almak gerekiyor.  İkinci olarak, ABD’nin dünya hakimiyetini paylaşma olasılığı akla gelmektedir. Her 2 durumun hangi şartlarda oluşabileceği hususu ayrı varsayımlara dayalı incelemeler gerektiriyor.

En büyük olasılık ise, Çin’in komünizmden serbest ekonomi sistemine geçmesidir. Sovyet rejiminin sona ermesinden 30 yıl sonra dahi Rusya’nın, birçok girişime rağmen, Batı dünyası  ile uyum sağlayamadığı  görülüyor. Bunu ticari ve ekonomik ilişkilerde yeterince entegrasyonunun sağlanamamış olmasından kaynaklandığı  söylenebilir. Çin!in durumu ise farklı gözüküyor.Çin, içerideki  farklı uygulamalara rağmen,  dış ticaret ve ekonomik ilişkilerinde esasen Batı ekonomileri ile tamamen entegre olmuş gibi davranıyor.  Bunun için, Çin’in ticaret ve ekonomi politikasında bazı sivri noktaları törpülemesi, üretim ve ticarette dünyada, sadece ben varım demekten vazgeçerek, diğer ülkelere  ekonomik  yaşam hakkı   tanıması gerekiyor. Bu arada , böyle bir gelişmenin gerçekleşebilmesi için, ABD tarafından da , açık  ya da zımni olarak desteklenmesi  gerektiği kuşkusuzdur.

Böyle bir yaklaşım, dünyada yeni bir sosyal, liberal ve demokrat bir akımın ortaya çıkması için gerekli ortamın doğmasına da olanak sağlayabilecektir. Bu suretle, Çin, ABD ve dünyanın tüm diğer halklarının barış ve refah içinde bir yaşam için umutlanmaları mümkün olabilecektir.

İstemi Parman

Paylaşın

İlişkili Makaleler

CUMHURİYETİMİZİN İKİNCİ YÜZYILINA DAİR
14 Mayıs seçimleri: Yeni bir yol ayrımı

About Author

admin