VERGİ POLİTİKALARI ÜZERİNE

Haziran 9, 2023

|

Kategori:

BÖLÜM 1

GENEL

Bir zamanlar, vatandaşın devlet giderlerine katılım payı olarak nitelendirilen vergi konusu, günümüzde, özellikle demokratik sistemle yönetilen gelişmiş ülkelerde, yeni bir anlayışla ele alınmakta ve ekonomik, sosyal ve mali politikaların temel araçlarından biri olarak değerlendirilmektedir.

Gerçekten, günümüzün gelişmiş ülkelerinde, başlangıçta insanların gelir ve yaşam koşullarında büyük farklılıklar mevcuttu. Daha sonra, sömürgeciliğin de katkısıyla zenginleşen bu toplumlarda, sanayinin ürettiği ürünlerin elden çıkarılması zorunluluğu doğmuştur. Bunun yanı sıra, artan sosyal baskılar ve hukukun üstünlüğü, demokratik haklar, ücret artışı, sosyal güvenlik, çocuk hakları, eğitim ve kadın erkek eşitliği alanlarındaki çeşitli uygulamalarla alt sosyal sınıflar lehine çok önemli iyileşmeler olmuş ve böylece, söz konusu ülkelerde, demokrasinin güçlenmesi, toplumsal refahın artması ve sosyal barışın sağlanması mümkün olmuştur.

Bu süre zarfında, gelişme yolundaki ülkeler, bazı istisnalar dışında, fakir ve geri kalmaya devam etmiş ve hatta bir kısmı için durum giderek kötüleşmiş, gelir dağılımı daha da bozulmuş, insanların önemli bir bölümü yokluk ve açlık sınırının altında yaşamaya mahkum olmuştur. Bu durumun yanı sıra, yaklaşık 40 yılı aşkın süredir gündemde olan küreselleşme ve neoliberal uygulamalar sonucunda, geri kalmış ülkelerin yanı sıra, gelişmiş ülkelerde de sosyal dengesizlikler artmıştır. Son yıllarda birçok gelişmiş ülkede görülen endişe verici toplumsal hareketlerin bu ortamdan kaynaklandığına kuşku yoktur.

Bu arada, 100 yıldır yaşanan gelişmeler, devletin temel görevlerinin yanında ekonomi, eğitim, ulaşım, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının artışı yeni gelir kaynaklarına ihtiyaç doğurmuştur. Bu çerçevede, devletlerin klasik görevlerinin yanı sıra yeni bütçe ve vergi politikaları aşağıdaki amaçları da kapsar hale gelmiştir:

–     Ülkede sürdürülebilir kalkınma ve sağlıklı bir ekonomi politikası uygulanması,

 –     İç ve dış pazarın geliştirilmesi,

 –     Katma değeri yüksek ileri teknoloji ürünü yatırımlarının özendirilmesi,

–     Dış ödemeler dengesinin sağlanması ve sürdürülmesi

–     Tam istihdama ulaşılmasının sağlanması ve devam ettirilmesi,

–     Sosyal barış içinde bir çalışma düzeni yaratılması,

–     Bölgeler arasındaki gelişmişlik ve nüfus yoğunluğu farkının dengelenmesi,

 –     Dünyanın ve ülkemizin geleceğini 1.derecede ilgilendiren küresel ısınma çevre, temiz enerji ve salgın hastalıklar gibi alanlarda somut adımların desteklenmesi,

Uygulanan vergi politikalarına çok farklı ve kapsamlı görevler yüklenmiş gibi gözükse de, gerçekte tüm bu hususlar 3 ana başlık altında özetlenebilir.

–     Ülke kalkınması ve refah topluluğuna ulaşılması,

–      Toplumsal refahın ve gelir dağılımının adil ve dengeli dağılımı ile vatandaşların mutluluğunun sağlanması,

–      Tabiat varlıklarının korunarak, Dünyanın ve Ülkemizin geleceğinin tehlikeye atılmaması

Vergileme düzeninin iyileştirilmesi ve adil hale getirilmesi temel ekonomik ve sosyal hedeflere ulaşılması için yeterli olmayacaktır. Ayrıca, bu hedefler arasındaki öncelik ve uygulamaların doğru, etkin ve dengeli bir şekilde saptanmasına da özen gösterilmesi gerekiyor. Bu çerçevede, esasen kıt olan kaynakların harcanması sırasında yapılacak tahsisler, temel amaçlar arasında bir çatışma ve çelişki ortamı yaratmamalıdır, tam tersine olumlu bir ahenk içinde toplum refahına katkı ve toplumsal refahtan herkesin kendi konumuna göre eşit pay aldığı duygusunun yaratılmasına özen gösterilmelidir.

Gerçekten, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, toplu taşıma ve sosyal konut harcamalarının vatandaşa nicelik ve nitelik olarak yeterli ve tatmin edici hizmet sağlaması durumunda, toplum refah düzeyinin yükseldiği duygusunu daha yoğun hissedecektir. Buna karşılık, alt gelir grupları lehine fiyatlar arttıkça vergi indirim ve muafiyeti gibi kolaylıkları sağlanması veya her zaman yetersiz olan maaş ve ücretlere gene yetersiz olacak zam yapılması gibi uygulamalar, arzulanan refaha ulaşılmasını sağlamaktan uzak kalmaktadır.

Nitekim ülkemizde yıllardır maaş zamlarını takiben fiyatların, kısa sürede, zam öncesi durumu aratır hale geldiğini görüyoruz. Bu durum kesinlikle refah ve toplam gelir artışı sonucu yapılması gereken zam konusunun önemli olmadığı anlamına gelmemelidir.

Bütçe, anayasa ve ilgili hukuk kurallarına uygun olarak, halkın temsilcileri tarafından kabul edilmeli, merkezi ve yerel idarelerin yıllık tüm gelir ve giderlerini gösteren tek bir metin olmalıdır. Hukuki ve şeffaf olmayan ve her şeyden önce milli iradeyi yansıtmayan gelir toplama ve harcamalara yol açabilecek uygulamalara, çok özel durumlar dışında, izin verilmemelidir (bütçe tekliği ilkesi). Birçok ülke bu kuralı titizlikle uygulanmaktadır.

Ülke yönetiminde sorumluluk alanların uygulamaları, ekonomik, politik ve sosyal amaç ve tercihlerine bağlı olarak çeşitli farklılık gösteriyor.

 

DEVLETİN GELİR KAYNAKLARI

Devletlerin gelirleri başlıca, özel ve tüzel kişilerin kazanç ve maaşlarından tahsil edilen paylardan (gelir ve kurumlar vergisi), bunlar servete dönüştüklerinde intikal ve transferlerden (miras, hibe ve servet vergileri vs.) ve mal ve hizmet tüketiminden alınan vergilerden (KDV, ÖTV) elde ediliyor.

Devletlerin, ayrıca, bazı hizmetler karşılığında, mahkeme, tapu, pasaport harçları, motorlu taşıtlar vergisi, dış seyahat harcamaları vergisi veya toplumsal düzenin korunmasını sağlamak amacıyla kesilen cezalardan tahsil ettikleri gelirleri de mevcuttur.

Nihayet devletler tekel sahibi oldukları bazı sektörler ile bazı şirketlerin hisse payı kazançlarından da gelir sağlamaktadırlar (tabii kâr ederlerse).

 

GELİR VE KURUMLAR VERGİLERİ

Devlet ihtiyacı olan gelirlerin önemli kısmını şahıslardan gelir vergisi ve şirketlerden kurumlar vergisi yoluyla tahsil etmektedir. Bazı istisnalar dışında herkes, resmen ikamet ettiği ülkede, geliri ile orantılı vergi ödemek zorundadır. Bu çerçevede, yüksek geliri olanların, kendilerine bu olanağı sağlayan ekonomik ve hukuki düzenin (adalet, can ve mal güvenliği vs.) devamlılığı ve bu arada mali olanaklara da sahip oldukları için, devlet harcamalarına daha yüksek oranlarda katkıda bulunmaları, tüm çağdaş demokratik toplumlarca kabul edilmiş, hakkaniyete uygun bir ilkedir. Ülkemizde, küreselleşme akımı ve 24 Ocak 1980 kararları öncesi %10 ile % 68 arasında olan gelir vergisi dilimlerinin önce %15 – % 35’e indirildiğini sonra % 35’in % 40’a, kurumlar vergisi oranlarının ise önce % 43’den % 20’ye indirilip, daha sonra % 23’e yükseltildiğini hatırlayalım.

Diğer taraftan, miras, hibe, talih oyunları gibi alanlarda intikal vergisi uygulanıyor. Nihayet, genel olarak dünyada % 1-2 oranında uygulanan servet vergilerinden, ilgili kişilerin daha önceki yıllarda elde ettikleri gelir ve kazançlarla, fiilen ödedikleri vergi tutarı arasında uyum olup olmadığının izlenmesi ve böylece bir tür geçmişe dönük kontrol için yararlanıldığı biliniyor. Tabii bu uygulamanın, temel amacının vergi kaçağının önlenmesi ve vergi gelirlerinin artırılması değil, gayri meşru ve kayıt dışı kazançların engellenmesi olduğu açıktır.

 

TÜKETİM VERGİLERİ

Diğer taraftan, üretimin ve hizmetin her safhasında oluşan katma değer üzerinden ayrı ayrı hesap edilerek sonuçta toplamı nihai tüketici tarafından ödenen fiyatın içinde yer alan “Katma Değer Vergisi” ve aynı şekilde, seçili bazı ürünlerin satın alınması sırasında ödenen “Özel Tüketim Vergisi” de vatandaşların her tür mal ve hizmet tüketimlerinde eşit oranda vergi ödemeleri sonucunu doğurmaktadır. Geliri yaratan ekonomik faaliyetlerin kişisel harcamalardan oluştuğu dikkate alındığında, alışveriş sırasında ödenen KDV ve ÖTV

Tüketim vergilerinin, vergileme sistemleri arasında en sağlıklı ve en doğru bir yöntem olduğu genellikle kabul ediliyor. Buna karşılık, herkes eşit oranda KDV ve ÖTV ödediğinden, farklı gelirlere sahip mükellefler, güçleri ile orantılı olmayan miktarda vergi ödemek zorunda kalıyorlar.  Bu nedenle, tüketim vergilerin adil olmadığı ve söz konusu adaletsizliğin gelir dağılımının dengesiz olduğu ülkelerde çok daha fazla hissedildiği açıktır.

Diğer taraftan, bilindiği gibi, piyasa ekonomisi, karakteri gereği, yaratılan katma değerin adaletli paylaşımına olanak vermemektedir. Ayrıca tüketim vergileri, mükelleflerin kazançları ve güçleri ile orantılı olmayan vergi ödemelerine neden olmaktadır. Bu tersliği gidermek için de, yükselen oranlarda gelir, servet ve intikal vergileri sistemi getirmek zorunluluğu doğmuştur.

Bu değerlendirmelerin sonucunda, gelişmiş, demokratik ve gelir dağılımının adil olduğu ülkelerde, kamu gelirlerinin kısmen tüketim ve çok daha büyük oranda da, gelir, kurumlar, intikal ve servet vergilerinden sağlanmasının daha doğru bir yaklaşım olduğu hususunun genel kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Bu çerçevede, söz konusu ülkelerde, vergi gelirleri içinde, doğrudan vergilerin payı % 75, tüketim vergilerinin ise % 25civarındadır. Buna karşılık, gelir dağılımı dengesiz, ekonomik faaliyetlerin önemli bir bölümünün kayıt dışı olduğu ülkelerde tüketim vergilerinin payı % 75, gelir ve transfer vergileri payının ise %25 oranında olduğu görülüyor.

Bu durumun, kısmen vergi politikalarını belirleyen siyasi tercihten, kısmen de bu tercihin doğal sonucu olarak vergileme sistemi ve teşkilatlanmasının yeterli olmaması nedeniyle gelir vergisi takibinin gerektiği gibi yapılamaması ve buna bağlı olarak tahsilatın yeterli olmamasından kaynaklandığı açıktır.

Sonuç olarak vergi dilimlerinin değişen koşullar ve adil vergi dağılımı ilkesine göre yeniden saptanması ve bu suretle ekonominin doğal işleyişine ve sosyal adaletin gerçekleşmesine en önemli engellerden biri olan “DOĞRUDAN / DOLAYLI” vergi oranlarının tersine çevrilmesi gerektiğine kuşku yoktur.

VERGİ VE SOSYAL POLİTİKALAR

Hiç kuşkusuz, vergi düzenlemeleri, ekonomi ve sosyal politikalar üzerinde de etkili olmaktadır. Sosyal dengesizlikleri gidermek, düşük gelir gruplarının asgari yaşam koşullarına erişmesini sağlamak için, diğer hizmetlerin yanı sıra devlet dar gelirlilere doğrudan veya dolaylı yardım yapmaktadır. Bu amaçla, bir yandan alt gelir gruplarına çeşitli vergi avantajları sağlanırken, söz konusu gruplara doğrudan yardım yapabilmek için, vergi gelirlerini arttırmak zorundadır. Bu amaçla, gelirler arttıkça vergi oranlarının artması ilke olarak tüm gelişmiş ülkelerde kabul edilen bir uygulamadır. Aynı şekilde bu düşünce, servet ve servet transferi oranlarının saptanmasında da etkilidir. Vergi adaleti olarak da adlandırabileceğimiz bu husus, ülke içinde sosyal barışın ve hatta uluslararası barışın sağlanması ve devamlılığı için de önemlidir.

Bununla birlikte, vergi düzenlemeleri, teşebbüs özgürlüğünü ve girişimciliği engellememeli aksine teşvik edici olmalıdır. Gerçekten, ulusça kalkınma ve zenginleşme sağlanamaz ise, düşük gelir gruplarındaki kişilerin yeterli eğitim alması, iş bulması ve genel olarak durumlarının iyileşmesi mümkün olamayacaktır. Bu alandaki dengenin, ancak demokratik bir ortam içinde bulunabileceği kuşkusuzdur

Birçok ülkede, kamu yararına yapılan yatırımlar refah toplumuna ulaşmada önemli rol oynamıştır ve oynamaya devam edecektir. Dar gelirlilere sağlanan avantaj ve doğrudan maddi yardımların yeterli olamayacağı dikkate alınarak dar gelirliler lehine, aşağıdaki hususlar uygulanabilir :

–    Sosyal konut edinmede vergi indirimleri ve özel faizli ve uzun vadeli kredilendirme sağlanmalı (kira öder gibi gerçek mortgage),

–    Belli bir miktarın altında geliri olanlar vergiden muaf tutulmalı,

–    Emek gelirinin elde edilme zorluğuna göre farklı vergi oranları uygulanabilmeli,

–    Yeterli geliri olmayan tüm üniversite öğrencilerine burs verilmeli, uygun barınma hizmetleri sağlanmalı,

–    Yerel yönetimlerin ihtiyaç sahiplerine yapacakları yardımlar attırılmalı ve çeşitlendirilmelidir.

–    Her şeyden önce, tüm toplumu etkileyecek ve mutlu edecek uygulamalara öncelik verilmesi büyük önem taşımaktadır :

–    Konum, büyüklük ve kalitesine göre,  her aile merkezi ısıtmalı, asansörlü, sıcak sulu, temiz ve depreme dayanıklı bir ikametgahta yaşayabilmeli ve makul bir kira ödemelidir.

–    Her çocuk, kendi mahallesindeki / köyündeki  devlet okuluna servis aracına ihtiyaç duymadan gidebilmeli ve 70-80 yıl öncesinde olduğu gibi ücretsiz ve kaliteli eğitim alabilmelidir.

–     Hayata başlangıç aşamasında, 4-6 yaş grubundaki her çocuğun 2 yıllık ana okuluna gitmesi ve zihinsel gelişme imkânı bulması ve çocuklar arasında eğitim ve fırsat eşitliğinin sağlanması için mutlak zorunluluktur. Diğer taraftan, çocukların toplum içinde davranış kurallarını, sokaklarda değil, 4-6 yaşlarında okulda öğrenmesi ve hayata geri çizgiden başlamaması ancak bu şekilde mümkün olabilir.

–    Sağlık politikası yeniden düzenlenerek, kaliteli bir sağlık hizmeti toplumun her ferdi için ulaşılabilir olmalı, sağlık konusu rant ve kâr aracı olmaktan çıkarılmalıdır.

Böylece her vatandaş, geliri ve sosyal statüsü ne olursa olsun “REFAH TOPLUMUNUN BİR PARÇASI OLDUĞUNU VE GÜZEL BİR ÜLKEDE YAŞADIĞINI” hissedecektir. Kanımca, bu hususlar kuma dökülmüş su gibi eriyecek maaşlara zam ve çeşitli yardımlar yapılmasına göre insanları daha çok memnun ve mutlu edecektir.

Bu hedeflerin gerçekleşmesinin zor ve önemli finans kaynaklarının gerekli olduğu, ancak iyi bir organizasyonla finans ihtiyacının asgariye indirilebileceğini ve böylece başarılabileceğini düşünüyorum. Bu takdirde, Ebeveynler çocuklarına, düzgün bir yaşam ve iyi bir eğitim sağlayamadığı için, çocuğu karşısında eziklik hissetmeyecek, bu nedenle üzüntü duymayacaktır. Bundan sonrasının çocukların kişisel kabiliyet ve çalışmasına bağlı olacağı açıktır. Sonuç olarak, bu alandaki olumlu gelişmelerin, ülkemizde toplumsal barış üzerinde çok önemli etkileri olacağı kuşkusuzdur.

TOPLUM VE VERGİ

Gelişmiş demokratik ülkelerde vergilerin tahsili ve vergi kaçağının önlenmesi için vergi idarelerinin çok ciddi yetkilerle donatıldığı, vergi suçlarına ağır ceza ve yaptırımların uygulandığı biliniyor. Söz konusu ülkelerde devlet zengin, vergiler ağır, ancak adildir. Bu ülkelerde halk, ödediği vergilerin, devlet ya da yerel yönetimler tarafından eğitim, sağlık, sosyal yardım, konut ve alt yapı hizmeti olarak kendi yararlarına harcanacağını ve gerçekten bu hizmetleri alacaklarına inanıyor. Sadece inanmakla da kalmayıp, böyle olması için, toplum olarak yönetimler üzerinde etkin ve demokratik bir denetleme yapıyor ve sonuçta istediğini de elde ediyor. Bir örnek verelim. 2000’li yılların başlarında İsviçre’de Federal hükümet gelir vergisinde indirim yapmak için bir proje yapmış ve önerisini halkoyuna sunmuştu. İsviçre halkı bu öneriye ret oyu vermiş ve başka bir ülkede kolaylıkla rastlanamayacak bu gelişme büyük yankı uyandırmıştı.

Gerçekten, söz konusu vergi indirimi, alt gelir gruplarındaki mükelleflerin kişisel gelirinde sadece küçük bir artış sağlayacak, buna karşılık, yüksek gelirli kişilerin ödediği vergiler çok daha önemli miktarda azalacaktı. Bu suretle, toplam bütçe gelirleri düşecek ve bu nedenle vatandaşların yararlandığı, özellikle sağlık, eğitim, alt yapı ve sair kamu hizmetlerinin nitelik ve nicelik olarak azalmasına yol açacaktı. Sonuçta, halkın çoğunluğu, söz konusu vergi indiriminin kendilerine faydadan çok zarar vereceğini değerlendirmiş, küçük maddi çıkarları yerine tercihini toplumun tümünün lehine olacak şekilde kullanmıştır.

Referandum sonucunda, kantonlara göre, % 65 ile % 80 arası değişen oranlarda hayır oyu verilmiştir. Bu davranışın, “ekonomik düşünme” ve “toplumsal fayda” bilincine sahip bir toplumda, yetkililerinin devletin gelirlerini, israf etmeden, öncelikle toplum yararını gözeterek harcayacağına olan güven duygusundan kaynaklandığı kuşkusuzdur.

 

BÖLÜM 2

 

VERGİ POLİTİKASI, İKİZ AÇIK VE ENFLASYON

Bir ekonomi, aynı dönem sürecinde, hem bütçe, hem de dış ödeme açığı (ikiz açık) veriyorsa, bu durum önemli bir sorunun ve hatta ciddi bir kriz tehlikesinin mevcut olduğunun göstergesidir.

BÜTÇE AÇIĞI VE ENFLASYON

Ulusal ve mahalli bütçeler, gelirler ve giderler olarak 2 temel unsurdan oluşuyor. Gerçek demokrasilerde gelirlerin tahsili halkın iradesini temsilen parlamentoların verdiği izinle gerçekleştirilir ve toplanan gelirler gene parlamentonun verdiği onaya dayanılarak harcanır. Bu şekilde, halk, temsilcileri aracılığı ile devlet harcamalarına ne kadar katkı yapacağına, buna karşılık, güvenlik, sağlık, eğitim, alt yapı gibi devletin asli görevleri için ne kadar ödenek ayrılacağına, yatırımın, üretimin, ihracatın ne ölçüde teşvik edileceğine ve vatandaşlara ne kadar sosyal yardım yapılacağına karar verecektir.  Normal olan yıl içinde toplanan gelirlerle harcamaların denk olmasıdır.

Bununla birlikte, birçok durumda, devlet (bütçe) gelirleri, acil durumlar, eksik ve yanlış hesaplamalar veya devletin (hükumet olarak okuyun) gereksiz ve yanlış tercihleri (israf diye okuyun) gibi nedenlerden dolayı harcamaları karşılamakta yetersiz kalmakta ve böylece bütçe açığı oluşmaktadır.  Gelirlerin kısa zaman sürecinde artırılması mümkün olamadığından açığı kapatmak için,  kolay yollara başvurulmakta, Merkez bankasından hazine bonosu karşılığı, iç ve dış piyasalardan devlet tahvili ve sair kaynaklardan borçlanma yolu tercih edilmektedir. Öte yandan, aşırı borçlanmadan kaçınmak için, zaman zaman devletin menkul ve gayrimenkul iktisadi varlıklarının özelleştirilerek satılması yollarına da başvurulmaktadır. Ancak, istisnai olması gereken yıllık bütçe açığı, hemen her yıl tekrarlandığı cihetle, faiz ödemeleri artmakta, toplam TL ve döviz borcu (borç stoku) hızla büyümekte ve sonuçta, borçların azaltılması ve hatta döndürülmesi zorlaşmakta, adeta imkânsız hale gelmektedir. Sonuçta gelirler, yetersiz kalıp acil ödemeler (örneğin maaşlar) de yapılamayınca, bu kez doğrudan merkez bankası

kaynaklarına (karşılıksız para basma) başvuruluyor. Piyasada para bollaşıyor, fiyatlar artıyor, fiyat artışları dar ve sabit gelirli çalışanlar ile emeklileri zorluyor ve maaşlara zam yapılması ve sosyal yardımların artırılması zorunluluğu doğuyor, fiyatlar tekrar yükseliyor, yan etkenlerin de etkisi ile bu senaryo tekrarlanarak,  kedinin kuyruğunu yakalamaya çalışması gibi bir durum (enflasyon sarmalı) ortaya çıkıyor.

Enflasyonun, toplumun çok önemli bir kısmını büyük zorluklar karşısında bıraktığı, kendi zenginlerini yarattığı, ahlaki değerleri yıprattığı, sosyal dengeleri bozduğu ve nihayet toplumsal barış için ciddi bir tehdit oluşturduğu açıktır.

Bu durumda enflasyonun düşürülmesi, en aza indirilmesi ve fiyat istikrarının sağlanması büyük önem taşıyor. Bu konuda tek tip bir çözüm yok. Her ülkeye, her toplumun davranış alışkanlıklarına, ekonominin işleyiş modeline, uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkilerdeki gelişmelere göre, iktisatçılar çeşitli öneriler ve çözümler ileri sürüyorlar ve uygulamada bazen olumlu, bazen olumsuz sonuç elde ediliyor.

Uzman ve yetkililerin aldıkları ve alacakları uzun vadeli tedbirlerin sonuçları beklenirken, acilen somut bazı uygulamalara başvurulması yararlı olabilir. Bu çerçevede, öncelikle devlet harcamalarında israftan kaçınılması, gereksiz harcamalara ve kısa sürede getirisi olmayan dövize endeksli yatırımlara son verilmesi gerekiyor. Diğer taraftan, tüm toplumun, “ayağını yorganına göre uzat”, “ işten değil, dişten artar” özdeyişlerini dikkate alarak ona göre davranması da önemlidir. Bu durumda, tasarruf tedbirlerinin yanı sıra, adil gelir dağılımını ön planda tutan bir vergi reformu ile vergi gelirlerinde artış sağlanması düşünülebilirse de, yeni kaynaklar bularak vergi türlerini geliştirmek ve vergi gelirlerini artırmak yerine, iktidarlar siyasi nedenlerle, borçlanmak ve borcun geri ödenmesi yükünü gelecek nesillerin sırtına yüklemek yolunu tercih ediyorlar.

Bazı iktisatçılar ölçülü bir enflasyonun üretimi arttırdığını, ekonomi üzerinde doping etkisi yaptığını belirtiyorlar. Enflasyonun ürün arzı ve istihdam artışı sağlayarak ekonomik faaliyetlerdeki gelişmeleri ve dolayısıyla vergi hasılatını artırıcı etki yaptığı açıktır. Tabii, sözü edilen ölçünün kaçırılması riskini de dikkate almak gerekir.

CARİ AÇIK VE ENFLASYON

Enflasyonu tetikleyen bir başka etken de “cari açık”tır (Dış ödemeler açığı). Bu açığın en önemli sebebi ise, hiç kuşkusuz, kronik hale gelmiş olan dış ticaret açığımızdır. Türkiye, hemen her yıl, az veya çok, ama mutlaka ticaret açığı veriyor. Başta turizm, hizmet sektöründe kaydedilen ihracat fazlası ve görünmeyen kalemlerdeki gelişmeler sonucu 2022 yılının 110 milyar dolar ticaret açığına karşın, cari açık yaklaşık 50 milyar dolar olmuştur. İçinde bulunduğumuz yılın ilk 3 ayında ticari açığın yaklaşık 35 milyar dolar olduğu göz önünde tutulduğunda, acil tedbirler alınmaz ise, 2033 yılında tüm zamanların ticaret açığı rekoru kırılabilir (140-150 milyar dolar). Bu boyutta bir açığın ise, 100 milyar dolara yakın bir cari açığa neden olması mümkündür.

Bu düzeyde bir açığın ekonomimizde ve sosyal bünyemizde yaratacağı hasar ortadadır. İthalatı azaltmak ve ihracatı geliştirmek için kısa ve uzun politika ve uygulamaların bazılarına değineceğiz. Ancak daha önce cari açığın enflasyonu (hayat pahalılığı) nasıl etkilediği hususuna bir göz atalım.

Toplam döviz gelirlerimiz, döviz giderlerimizi karşılamıyor ve hemen her yıl ticaret açığının neden olduğu döviz açığını kapatmak için borçlanıyoruz. Borçlanmaz isek başta enerji ve gıda ürünleri ile ihracatta ihtiyacımız olan ham madde ve ara mallarını ithal edemeyeceğiz. Bu durumun yaratacağı ekonomik ve sosyal sorunları tahmin etmek zor değil.  Bu nedenle borçlanmaya devam ediyoruz. Dolar borç stoku ile birlikte faiz yükümüz de artıyor ve Türkiye’nin riskli ülkeler arasında değerlendirilmesine yol açıyor. Bu durum da faizlerin yükselmesine neden oluyor.

Bir taraftan dış borçları döndürmek, dış borç faizlerini ödemek, diğer taraftan, üretim için gerekli enerji, ham madde ve yarı mamulleri, tükettiğimiz sanayi mallarını ile gıda ürünlerini ve tarım girdilerini ithal etmek için dolara ihtiyacımız var. Bu nedenlerle, dolar talebi ve taleple birlikte doların fiyatı da artıyor.

Türk ekonomisi büyük ölçüde dolara bağımlı hale gelmiş durumda. Doların TL karşısında artan değeri önce üretim maliyetlerini, da sonra da, doğal olarak tükettiğimiz ürünlere yansıyor ve hemen tüm ürünlerin fiyatı yükseliyor. Dolar fiyatı, ayrıca enerji ve akaryakıt ürünlerinin TL fiyatının artmasına da neden oluyor. Diğer taraftan, hizmet sektöründe iş yapan serbest meslek sahipleri de (kısmen pahalılık karşısında yaşamlarını sürdürmek, kısmen de durumdan vazife çıkarmak için) zam korosuna katılıyor. Doğal olarak, merkezi ve mahalli yönetimler ile diğer kamu kuruluşlarının da, bu koronun dışında kalamadığını ayrıca belirtelim. Her ürünün fiyatı artınca da çalışanlar ve emeklilerin gelirleri yetersiz hale geliyor ve ücret ve maaşlara zam yapmak zorunluluğu doğuyor.

Uzun vadede, sanayi, tarım ve yatırım politikaları ile ihracatın artırılması, ticari dengenin sağlanması, TL’nin dolar karşısında belli bir istikrara kavuşması ve böylece yurtiçi fiyatlarda doların neden olduğu artışların engellenmesi mümkündür. Ancak, bu hedefe kısa sürede ulaşılması mümkün değildir. Bu durumda neler yapılabilir :

Her şeyden önce, kamunun ve toplumumuzun,  kökleşmiş davranışları arasındaki, “ithalatın ve ithal ürünlerinin dayanılmaz cazibesinden” ve ”gösteriş amaçlı ithal ürün tüketme saplantısından” kurtulması gerekiyor. Kamu, özel sektör ve vatandaşlar her durumda yerli malı kullanmaya teşvik edilmeli, bu davranışın ülkemizin ve her birimizin çıkarıyla doğrudan ilgili olduğu düşüncesi zihinlerde yerleştirilmelidir. Kamu, her türlü alımlarında özenli davranmalı, sanayicimiz yerli malı üretimini artırmalı ve üretiminde mümkün olduğunca ara malı kullanmalı, tüketicimiz alışverişlerinde dikkatli olmalı, ithal ürün hayranlığına son vermelidir.

Ülke çapında tarım girdileri tedarik zinciri ile çiftçiden tüketiciye gıda ürünü ticaret zinciri yeniden düzenlenerek çiftçimizin üretim maliyetinin düşürülmesi, uygun bir gelir elde etmesi ve tüketicinin de gıda ürünlerine daha ucuza ulaşabilmesi mümkün olabilecektir.  Bu suretle, çiftçimiz zarar ettiği için ekmediği milyonlarca hektar arazisini tekrar işleyecek ve milyarlarca dolarlık tarım ürünü ithalatına gerek kalmayarak döviz tasarrufu sağlanabilecektir. Ayrıca temel gıda ürün fiyatlarında istikrar ve bir miktar düşüş de sağlanabileceği gibi, tarım ürünü ihracatımız da artabilecektir. Bütün bu hususları gerçekleştirmek için gerekli vergi tedbirlerine ve teşviklere ihtiyaç olduğu kuşkusuzdur.

Birçok kişi ve kurumun sorunun büyüklüğü ile çok acele çözüm bulunması gerektiği hususunda yeterli bilince sahip olmadığı anlaşılıyor. Büyük mağazalarımızda, görsel medyada ithal mallarının cazibesini yüceltenleri bu konuda ciddi olarak fren yapmaları gerektiği kanısındayım.

 

GÜMRÜK VERGİSİ ORANLARININ YÜKSELTİLEREK DÖVİZ TALEBİNİN AZALTILMASI

Konunun vergi boyutuna gelince, bilindiği gibi, üst gelir gruplarının ithal temayülü yüksektir. Bu eğilim, kayıt dışı elde edilen gelirlerin harcanma sürecinde daha da fazladır. Vergi politikaları yoluyla gelirlerin adil dağılımı sağlanarak ve ayrıca kayıt dışını da en aza indirerek lüks mal talebini talebinin bir miktar düşürülmesi mümkündür.

Dolar ve enflasyonun bizi tamamen teslim alması beklememeli öncelikle, bazı ürünlerin Gümrük vergisi oranına % 25 ek vergi getirilmelidir. (% 0 vergi oranı %25, % 3 vergi ise % 28 olacaktır. Buna ilaveten, ülkemizde üretilmeyen ürünlere uygulanan ÖTV oranları da artırılabilir. ÖTV’nin doğrudan gümrük vergisi etkisi yaparak talebin kısılmasını sağladığını hatırlayalım. Bu husus doğrudan ithalatı kısmak amaçlıdır. Ayni şekilde, bazı eş etkili vergiler ve teknik engeller yoluyla ithalatı azaltıcı çeşitli tedbirler alınması da mümkündür.

 Ancak, Kota tahsisi yoluyla ithalatın azaltılması yoluna gidilmesi çeşitli haksızlıklara, yanlışlara ve hatta yolsuzluklara yol açtığı bilindiğinden, miktar kısıtlaması (kota) yönteminin kesinlikle uygulanmaması gerektiğini özellikle belirtelim.

Gümrük vergi oranları artırılırken, tarım ve sanayi üretimini aksatmayacak, sosyal amaçlara ters düşmeyecek ürün ve ürün gruplarının özenle seçilmesi gerektiği kuşkusuzdur.  Esasen bu konudaki temel hedef ekonomi rayına oturtuluncaya kadar ticaret açığının hiç değilse cari açık yaratmayacak ölçüde azaltılmasıdır (2022 yılında yaklaşık, 50 milyar dolar ve toplam ithalatın yaklaşık % 10’u kadar ). En kısa sürede bu uygulamalar başlamaz ise, 2023 yılı açığının bu miktarın 2 misline yakın olacağını hatırlatalım.

Bazı ürünlerde ek gümrük vergisi uygulaması geçici (örneğin 5 yıl)  olmalı, 2. yıldan itibaren ek vergi oranları tedricen indirilmeli ve tedbirler azaltılmalıdır. Temel hedefin, gerekli yatırımların yapılarak ekonominin düzlüğe çıkarılması olduğu dikkate alınırsa bu sürenin yeterli olduğu düşünülebilir. Amaca daha önce ulaşılması mümkün olursa bu sürenin kısaltılması da mümkün olacaktır.

Yüksek gümrük oranlarının ihraç mallarımızın fiyatını olumsuz etkileyeceği iddia edilebilir. Ancak, genel olarak geçici ithal rejimi uygulamaları ve özel olarak AB ile alış verişlerde, gümrük birliği menşe kuralları çerçevesinde, bu konuda bir sorun çıkmayacağı açıktır.

Diğer taraftan, özellikle yurt içinde birçok kişi ve kurumun, bazı lüks ürünlerin gümrük vergisi oranlarının artırılmasından memnun olmayacakları ve bu uygulamanın, liberalizm ve küreselleşme ilkelerine aykırı olduğu ve ayrıca AB ile Gümrük Birliği ve Dünya Ticaret Örgütü anlaşmalarını ihlal ettiği gerekçelerini ileri sürerek, itiraz etmeleri mümkündür. Söz konusu itirazların tahmin edilebilir gerekçesine girmeden, sadece, her şey yolundaymış gibi ithalata bu hızla devam edilmesi durumunda, , ileride daha ağır sorunlarla karşılaşılacağının ve tüm ülkenin çok daha fazla göreceğinin herkes tarafından anlaşılması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Özetle, söz konusu anlaşmaların koruma ile ilgili hükümlerine uygun davranıldığı takdirde, bu tür uygulamalara başvurulabileceğini söyleyebiliriz. Bu amaçla, AB ve DTÖ üyesi bazı ülkelerle danışmalar yoluyla geçici “aykırılık” kararlarının zeminini oluşturmamız gerekebilir. Yetkililerimizin, bu konuda haklı gerekçelerimizi muhataplarına anlatmak için yeterince donanımlı olduklarını düşünüyorum. Kaldı ki,

Türkiye ile yoğun ticari ve mali ilişkileri olan ve bugünkü durumun sürdürülebilir olmadığını açık olarak gören birçok ülke ve kuruluşun, ikili ticari ilişkilerin normal usullere uygun olarak devam etmesini tercih edeceklerini düşünüyorum. Gerçekten, Türkiye Dünya piyasasında önemli yeri olan bir ülkedir ve ticaret hacmi geçici olarak bir miktar azalacak olmasına rağmen bu önem devam edecektir, Önemli ticari partnerlerimizin, sonucu etkilemeyecek sadece kayda geçmek amaçlı bazı ilkesel itirazların ileri sürmeleri beklenebilir.

Diğer taraftan,  bu gelişmeler toplumda “yerli malı” kullanalım duygusunun tekrar canlanmasına da neden olabilir. Bu çerçevede, ister siyasi kararla, ister halkın kendi tercihi ile sağlansın, her bir dolarlık tasarrufun ülkemiz ve ekonomimiz için ne kadar önemli olduğu yoğun olarak topluma anlatılmalıdır.

Diğer taraftan, daha ucuz olduğu gerekçesi ile ithal ürünlerin tercih edilmesi gibi yanlış bir uygulama yoluna gidilmemeli, bütçe darlığı nedeniyle daha ucuz olan ithal ürünlerinin tercih edilmesi gerektiği tuzağına düşülmemelidir. Bu husus, daha pahalı gözüksen yerli ürünün tercih edilmesi sonucu ülkeye geri dönecek değerlerin hesap edilmemiş olmasından kaynaklanan bir yanılsamadır. İthalata ödenen dolarların ekonomiye maliyeti ve istihdama olumsuz etkisinin, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, çok daha yüksek olduğu kuşkusuzdur. Bu husus dikkate alınarak ülkenin kan kaybetmesine yol açılmamalı ve tasarruf edilebilen dövizler, ülke kalkınması, istihdam artışı ve özellikle yüksek teknoloji ürünleri üretimini geliştirecek yatırımlar için kullanılmalıdır. Bir kez daha belirtelim, kamunun, özel sektörün ve vatandaşların bu konuda duyarlı davranmasının yararı tartışılamaz.

Yerli mali kullanılması konusunda AB üyesi ülkelerden küçük bir örnek verelim. Araba üreten üye ülkelerde, az sayıda da olsa, makam otoları, her türlü kamu araçları ile diğer gereç ve malzeme seçiminde titizlikle yerli kaynakların tercih edildiğini gözlemliyoruz.  Almanya’nın önemli marka otomobil üreten 2 şehrinde ise, polis aracı, taksi ve kiralık araçlar için yöresel markanın tercih edildiğini görmek bazıları için şaşırtıcı olabilir. Bu durum halkın ve  mahalli makamların, küçük de olsa, ülke ve bölge ekonomisine yarar sağlayacak bir konudaki hassasiyetini göstermesi açısından anlamlıdır. İlginç olan, bu davranışın, kanuni bir zorlama veya teşvik değil, toplumsal bir bilinçlenme sonucu oluşmasıdır.

Gereksiz harcamalarını kısarak ve gelirlerini artırarak bütçe açıklarını dengelemiş, ithalatını azaltıp, ihracatını ciddi ölçüde geliştirmeye başlamış ve böylece dış borç batağından tamamen veya kısmen kurtulmuş ve istikrarlı bir ekonomi yolunda ciddi adımlar atmış bir Türkiye, hızlı ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma için gerek duyduğu dış kaynak ihtiyacını çok daha uygun koşullarla ve yeterli miktarda bulabilecek ve ayrıca önemli ölçüde doğrudan dış sermaye yatırımı çekebilecektir.

Gerçekten, kendi içinde ve başta komşuları, dış dünya ile barışık, başlıca amacı halkının ve bölge halklarının refah, barış ve mutluluğunu artırmak olan, bölgede en kaliteli işgücü ile en ciddi sanayi ve tarımsal üretim potansiyeline sahip ve hepsinden daha önemli olarak, bölgenin en gelişmiş hukuk düzenine ve demokrasi tecrübesine sahip bir Türkiye’nin, akılcı politikalar yürütürse, cumhuriyetimiz ikinci yüzyılında ikinci bir mucize yaratarak, tüm dünyayı yeniden şaşırtmaması için hiçbir neden yoktur.

Bu uygulamaların arzu edilen bir yöntem olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Bununla birlikte,  tekrar belirtelim, ilk olarak, diğer uygulamaların olumlu sonuçları alınıncaya kadar, cari açığın başlıca

nedeni olan ticaret açığını (ithalatı) 50-100 milyar dolar azaltılmak için acilen bir şeyler yapılması gerektiği söylenebilir. Gerçekten, kanımca her sorunun temelinde olan döviz fiyatlarında istikrar sağlanamaz ise, önümüzdeki dönemde çok daha yoğun ve ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz.

Bu bölümdeki yöntem ve rakamlar örnek olarak verilmiştir. Ayrıntıların titiz bir çalışmaya saptanması gerektiği kuşkusuzdur.

BÖLÜM 3

 

VERGİ GELİRLERİNİ ARTIRMAK İÇİN NELER YAPILABİLİR, BAZI ÖRNEK VE ÖNERİLER

Bu bölümde yer alan konularda genellikle bazı gelişmiş ülkelerde uygulananlar hatırlatma amacıyla kısaca belirtilmiştir.  Ayrıntıların zamanı geldiğinde ayrıca oluşturulması gerekecektir. Yurt dışındaki mali müşavirlerimizin bu konuda hazırlamış oldukları veya hazırlayacakları raporlarla (özellikle AB üyesi ülkelerde) uygulamalar konusunda bilgi edinilebilir ve birçok farklı öneri ortaya konulabilir. Bunlar incelenerek ülkemiz koşullarına uygun olanların seçiminin daha sonra yapılacağı tabiidir.

 

ARSA RANTI VE İNŞAAT SEKTÖRÜNÜN VERGİLENDİRİLMESİ

Son yıllarda, ülkemizde, nüfus artışı, şehirleşme, eski binaların yenilenmesi, refah düzeyi artışı, deprem olgusu, ülkemizde geçici veya devamlı ikamet etmeyi isteyen yabancı ve sığınmacı sayısındaki artış, hizmet sektöründeki gelişmeler gibi nedenlerle konut ve işyeri talebi ciddi ölçüde artmıştır ve artışın önümüzdeki yıllarda da devam edeceği kuşkusuzdur. Bu durumun sonucunda arsa ve arazi satışının ve inşaat sektörünün çok önemli getirisi olmuştur ve muhtemelen bundan sonra da olacaktır.

Bugüne kadar, arsa rantı ve inşaat kârlarının gerektiği gibi vergilendirilmemiş olması yıllardır ciddi ölçüde vergi kayıplarına neden olmuştur. Bu durum gelir dağılımı adaletsizliğinin yanı sıra, sosyal dengelerin bozulmasına, ahlaki değerlerde çöküntüye yol açmış ve nihayet enflasyonun artmasına da katkı yapmıştır.

Ülkemizin en önemli faaliyet alanlarından biri olan inşaat sektörünün, çalışma koşullarının özelliği dolayısıyla, vergilendirilmesi kolay değildir. Ancak, batı ülkelerinin bu konuyu çözdüğü görülüyor. Gerçekten günümüzde dijitalleşmede kaydedilen gelişmelerin, tüm inşaat giderlerinin hesaplanmasını kolaylaştırdığı açıktır. Tapu kayıtları ve rayiç satış bedelleri de kontrollü olarak değerlendirildiğinde vergi matrahı ortaya çıkacaktır.

Sektörün tümüyle kayıt altına alınması her şeyden önce, niyet ve siyasi kararlılıkla mümkün olabilir. Ana inşaat kayıt altına alındığında, bağlantılı tüm sanayi ve hizmet sektörleri ile inşaat taşaronlarının da kayıt altına girmesi mümkün olacaktır. Böylece bütün bu alanlarda istihdam edilen milyonlarca kişinin sosyal güvenlik ve çalışma koşullarında önemli iyileşmeler mümkün olabilecektir.

Siyasi ve teknik tüm zorluklarına rağmen ekonomik ve sosyal dengesizliklerimizin en temel nedenlerinden biri olan bu konuya köklü bir çözüm getirilmesi zorunluluğu tartışılamaz.

 

BOŞ KONUT VE İŞYERLERİNİN VERGİLENDİRİLMESİ

Çoğunluğu, başta İstanbul, büyük şehirlerimizde olmak üzere yüzbinlerce konutun boş olduğu ifade ediliyor. Buna karşılık, gene en başta İstanbul tüm ülkede çok önemli sayıda konut talebi olduğu da biliniyor. Son dönemlerde konut kiraları da aşırı artmıştır. Yoğun bir talep ve önemli bir konut açığı varken çok sayıda konutun kullanıma arz edilmemesi önemli

bir çelişki ve tüm ülke için gelir kaybına yol açan ve toplumsal refahın gelişmesini engelleyen bir durumdur. Ayrıca, ikamete hazır konutların kullanılmamasının ekonomik bir izahı da yoktur. Liberal ve demokratik ülkelerde de, koşullar gerektirdiğinde, konutların boş bırakılmaması için, satılması veya kiralanmasını zorlamak için çeşitli yöntemler kullanılmıştır.

Konut sahibi kişi, kurum veya şirketlerin, enflasyonist ortamda daha yüksek satış değeri veya kira geliri elde etmek amacıyla, konutlarını boş tutmak istemeleri anlaşılabilir. Diğer taraftan, söz konusu kişiler kira gelirine de ihtiyaç duymayabilirler. Ancak, inşaat sırasında kullanılan, demir, çimento ve diğer inşaat malzemeleri ve işgücü ulusal kaynaklardan bir tür ödünç alınmıştır ve karşılığında üretilen değerin toplumun yararına arz edilmesi gerekir. Bu değerin atıl bırakılarak kullanılmaması, tam anlamıyla ulusal servetin israfı anlamına gelmektedir. Ayrıca, bu durum ayrıca vergi kaybına yol açmaktadır. Ancak, temel sorun gelir kaybı değil, insanların daha uygun koşullarda yaşamasının engellenerek toplumsal refah artışının da engellenmiş olmasıdır. Konutun boş bırakılmasının bir bedeli olmalıdır. Bu çerçevede, boş bırakılan konutun rayiç yıllık kira bedeli kadar bir meblağ ilgili kişinin yıllık gelir vergisi matrahına ilave edilmelidir. Ayrıca, gerekli alt yapı hizmetlerinin ve inşaat süresince gereksiz yere topluma verilmiş olan rahatsızlığın karşılığı olarak belediyeye de, en az 1 veya 2 aylık kira kadar, bir ceza ödenmesi de gündeme gelmelidir. Sözü edilen gelirin depremzedelere kira yardımı olarak tahsisi de düşünülebilir.

Konutun ikamete arz edilmesi durumunda söz konusu cezai uygulamaların söz konusu olmayacağı açıktır.

Yukarıda belirtilen yöntemle geniş bir uygulama sağlanırsa, konut ve işyeri arzının artması, böylece kiraların bir miktar düşmesi ve daha iyi mekânlara taşınacak çok sayıda ailenin sosyal ve ekonomik yaşamında zincirleme bir iyileşme olması mümkün olabilecektir. Diğer taraftan, artan konut arzı deprem riski taşıyan binalarda yaşayan vatandaşlarımızın, hasarlı binaları boşaltmalarını da kolaylaştıracaktır.

Benzer bir yöntem boş işyerleri için de uygulanabilir. Bu suretle, işyeri kiralarının düşmesi, şirketlerin ve esnafın kira giderlerinin azalması, esnafın rahat bir nefes alması ve muhtemelen ürün fiyatlarının da bir miktar düşmesi mümkün olabilir. Bu arada, cadde ve AVM’lerdeki boş işyerlerinin çirkin görünüşlü kepenkleri de ortadan kalkacaktır.

Bu arada, sözü edilen yükümlülükten kurtulmak için hileli yollara başvuranlar ve yalan beyanda bulunanlar hakkında ayrıca cezai müeyyide uygulanması doğaldır.

Federal Almanya’da, bir dönem, ikinci evini boş tutan konut sahiplerinin hapis ile cezalandırıldığını okumuştum. Bilginin kaynağını hatırlamıyorum. Sanıyorum gazete bilgisi idi. (araştırılıp bulunabilir).  TOKİ, yerel yönetimler ve sosyal konut üreten diğer kamu kurum ve şirketleri de,  gerekli mevzuatın tamamlanmasını takiben 3 ay içinde bu konudaki yükümlülüklerini yerine getirmelidir. Gerektiğinde bazı toplu inşaatların hızla kamulaştırılarak uygun fiyatlarla başta depremde evi oturulmaz hale gelen ailelere bedelsiz kiralanması veya konutu olmayanlara en uygun koşullarla satılması da düşünülmelidir.

Kira bedellerinin bankalar aracılığı ile ödenmesi zorunlu olmalı, elden ödeme yapılması halinde taraflar hukuk şemsiyesinin korumasından mahrum bırakılmalıdır. Böylece kira uyuşmazlığı davaları büyük ölçüde azalacak, kira gelirlerinin vergilendirilmesi kolaylaşacaktır.

Yazlık ikinci konutlar bu uygulamanın dışında tutulmalı ve konu ayrıca değerlendirilmelidir.

Yukarıda belirtilen hususlar, kamulaştırma, mülkiyet haklarının ihlali anlamına kesinlikle gelmemektedir. Söz konusu olan, sadece, belli bir hakkın, ülke ve toplum için çok özel bir durumda, kötüye kullanılmasının engellenmesi ve deprem sonucu ortaya çıkan olağanüstü durumda, ek bir finansman kaynağı bulunmasıdır.

“Çok özel durumlarda çok özel uygulamaların doğal olduğu unutulmamalıdır”.

HARCAMA VE GELİRLER ARASINDA UYUM

Çağdaş ve uygar birçok ülkede, özellikle lüks konut, araç, tekne ve saire, pahası yüksek malları satın almak isteyen kişi veya 1. derece yakınları söz konusu araç ve taşınmazları satın alabilecek servete veya gelire sahip olduğunu, söz konusu gelirleri normal yollardan elde ettiklerini ve vergisini ödediğini kanıtlamak zorundadır. Aynı şekilde, taksitle konut ve araç satın almak veya uzun vadeli kiralama yapmak isteyen kişiler de taksit veya kira bedellerini ödeyebilecek gelire sahip olduklarını açıklamaları gerekiyor. Bu konularla doğrudan ilgili kişi ve kurumlar, 30 gün içinde ilgili vergi dairelerine gerekli bildirimleri yapmakla yükümlü olmalı ve bu arada vergi idareleri de bu bilgileri doğrudan edinecek şekilde donatılmalıdır.

Genel olarak, tüm liberal gelişmiş ülkelerde, bazı farklılıklarla da olsa, bu hususlar dikkatle uygulanmaktadır. Temel amacın, vergi kaçırmayı, kayıt dışılığı ve gayri meşru yollardan (kara para) gelir elde edilmesini önlemek olduğu kuşkusuzdur. Benzer hususların uluslararası anlaşma metinlerinde de yer aldığı biliniyor.

Bu hususun hassasiyetle uygulanması halinde, satın alma ve kira ödeme ile ilgili olarak çıkabilecek anlaşmazlık ve hukuki sorunlar da önemli ölçüde azalacaktır.

 

 

BİRDEN FAZLA GELİRİ OLANLARIN VERGİLENDİRİLMESİ

Birden fazla geliri olanların vergileri ( emekli gelirleri hariç,  kira, hisse senedi payı, talih oyunu ve saire), yıl içindeki elde ettikleri tüm gelirlerinin toplamına eşit miktara uygulananan vergi dilimine göre tahsil edilmelidir. Bir kişinin çeşitli kaynaklardan aldığı maaşlar ve veya sağladığı tüm gelirler netice olarak o kişinin geliridir ve verginin toplam gelir üzerinden tahsili adil ve sosyal adalet ilkesine uygun olacaktır.

Bazı ülkelerde, esnaf, serbest meslek sahipleri ve hatta maaşlı çalışanlar (İsviçre’de emeklilik ve sigorta dışında aylık stopaj kesilmemektedir) hemen herkes yıllık kazançlarını, harcamalarını ve edindikleri serveti beyan etmekte ve vergisini ödemektedir. Bu suretle edindikleri servetin kaynağını da açıklamış olmaktadırlar. Doğal olarak vergisi ödenen servet edinmenin hiçbir sınırı yoktur.

Yalan beyanın müeyyidesinin ağır olduğunu belirtmeye gerek yok.

Bu arada, kamu veya kamuya bağlı kurumlarda görev yapanlar, hizmetin daha iyi yönetilmesi ve eşgüdüm gerektiriyorsa, sadece o kurumla bağlantılı bir veya 2 ek görev üstlenebilir. Bu durumda tüm ek gelirler ilgili kişinin brüt maaşında en çok % 20 oranında bir artış sağlayabilir.

ARAÇ VE KONUT TAHSİSİNİN VERGİLENDİRİLMESİ

Şirket yönetim kurulu üyeleri, hissedar ve yakınları ile üst düzey yöneticilere hizmet dışı amaçlarda kullanılmak üzere araç tahsis edilmesi halinde yapılacak harcamalar gider kabul edilmemelidir. Bu tür uygulamaların dolaylı bir ödeme olduğu dikkate alınarak, aracın satın alma değerinin %1’i ve ilgili kişinin ikametine tahsis edilen konutun aylık rayiç kira bedeli vergi matrahına eklenmeli, vergi ve sair ödemeler bu matrah üzerinden tahsil edilmelidir.

Aynı şekilde, şirket hissedar ve yöneticileri ve yakınlarının özel işlerinde yardımcı olmak üzere şirket tarafından istihdam edilen hizmetlilerin (ev hizmetlileri, bahçıvan, şoför, bakıcı vs.) brüt maaşları kadar bir meblağ ilgili kişilerin yıllık gelir vergisi matrahına eklenmelidir.

KİMLER VERGİ MÜKELLEFİ OLMALI

Genel kabul gören bir kurala göre, bir ülkede ikamet eden ve gelir elde eden yerli ve yabancı her kişi o ülkede geçerli mevzuata göre vergisini ödemekle yükümlüdür. Bu genel kuralın ülkemizde titizlikle uygulanmadığını görüyoruz. Gerçekten, spor kulübü yöneticilerimizi ve taraftarları memnun etmeyecek dahi olsa, yabancı sporcuların normal gelirleri üzerinden vergilendirilmesi gerekiyor. Aynı şekilde, bu uygulama, bazı çok özel istisnalar dışında, yurdumuzda ticari faaliyet göstererek gelir elde eden kuruluşlarda çalışan yabancı uyruklular için de geçerli olmalıdır. Bilindiği gibi, Yurt dışındaki sporcularımız ve çalışan vatandaşlarımız da bulundukları ülkelerde herhangi bir özel muafiyetten yararlanmıyor ve o ülkede ikamet eden ve çalışan herkesle eşit ölçüde vergilerini ödüyorlar.

VERGİ AFFI İSTİSNAİ OLMALI, SADECE DEPREM GİBİ ÖZEL FELAKET DURUMLARINDA UYGULANMALIDIR

Önemli haksızlıklara, devletin vatandaşlarına karşı ayırımcı davranmasına yol açan vergi affı veya ertelemeleri gibi uygulamalar sadece deprem, yangın gibi büyük afetler ile tarım sektöründe kuraklık, su baskını, salgın hayvan ve bitki hastalığı gibi durumlarda istisnai olarak ve daha önce belirlenmiş kurallar çerçevesinde uygulanmalıdır.

Bu çerçevede, son deprem felâketi, sonucunda somut olarak aşağıdaki uygulamalara başvurulması hususu akla geliyor. Bölgede ekonomik faaliyetlerin normal duruma geleceği döneme kadar işçi ve esnafın belirli bir meblağın altındaki gelirlerinden vergi alınmamalı, sigorta ve sair zorunlu ödemeleri devlet tarafından karşılanmalı, üretici şirketler kurumlar vergisinden muaf tutulmalıdır. Bölgeye yapılacak ayni ve maddi yardımlar söz konusu uygulamalardan bağımsız olarak değerlendirilmelidir.

Bu arada tarımın ve çiftçilerin durumu özel olarak ele alınmalıdır. Bilindiği gibi, çiftçiler ve tarımla iştigal edenler, artan girdi maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle, yeterli gelir elde etmek bir yana zarar da ediyor ve zaman zaman doğal afetler nedeniyle de büyük kayıplara uğruyorlar. Bu riskler veya benzer nedenlerle birçok çiftçinin tarlasını ekmekten vazgeçtiği veya vazgeçme niyetinde olduğu biliniyor. Bu durum tarımsal üretimimizin azalmasına ve çeşitli tarım ürünleri ithal etmemize yol açıyor. Böylece, döviz fiyatları ile birlikte gıda fiyatları da devamlı artıyor. Bu durumda esasen ülke çapında tarım üretimimizi gerçekleştiren çiftçilere yapılan yardımlar yetersizdir ve artırılmalıdır. Gerçekte, yardımlar yerine tüm sektörün, dolayıyla tüm ülkenin en önemli sorunlarından olan tarım alanında, üretimi artıracak, çiftçinin piyasa dalgalarından korunmasını ve mal ve ürününe haciz gelmesine yol açmayacak ve nihayet çalışmasının karşılığında hak ettiği geliri elde edecek toplu ve temel çözümlerin bulunması ve gerçekleştirilmesi gerektiği kuşkusuzdur.

Son deprem felaketi bölgedeki tüm insanlarımız gibi, çiftçilerimiz için de büyük acılara ve tabii büyük maddi kayıplara neden olmuştur. Bölgedeki bu durumun önümüzdeki dönemde tarımsal üretimimizin azalmasına yol açması ve ülkemize yeni yükler getirmesi mümkündür. Bu nedenle bölge çiftçilerimize acilen ve ayrıcalıklı olarak gereken yardımlar yapılmalı, vergi ve üretimle ilgili diğer borçları silinmeli ve özellikle, bu çok özel durumda, çiftçimize her türlü tarımsal girdi, hasat sonu üretiminin, belli bir miktarı karşılığında, ödünç olarak sağlanmalı, üretimde düşüşe yol açılmamalıdır. Söz konusu ödünç satın alma garantili ürünle geri ödeneceği için herhangi bir faiz hesaplanmayacaktır. Bu konunun afet bölgesinde yaşayan çiftçi, esnaf ve tüm depremzedelerinin yanı sıra, tüm ülkemiz için de çok büyük önem taşıdığı unutulmamalıdır.

VERGİ MUAFİYETİ VE VAKIFLAR

Vakıflar, sağlık, eğitim, sanat, kültür ve sair alanlarda kişilere yardımcı olmak veya bir amaca hizmet etmek için bir kişi ve kurumun varlık ve gelirlerinin tamamını veya bir kısmını bağışlaması ile oluşturulan yapılardır. Bağışların amacına uygun olarak kullanılması ilgili hukuk hükümleri ile düzenlenmiştir. İlke olarak vakıf yönetimleri vakfedilen varlıkları yönetmekle yükümlüdür. Vakıflar, ticari faaliyette bulunamaz ve sadece yardım ve amaçlarını gerçekleştirmek ve sürdürebilmek için gerekli geliri elde edebilir.

Örneğin, vakıf statüsünde kurulmuş üniversite ve okullar öğrencilerden sadece eğitim masraflarına katkı payı olarak belirli bir miktar tahsil edebilmelidir. Üniversite eğitiminde fırsat eşitliğini sağlamak amacıyla toplam öğrenci sayısının en az % 25’i oranında burslu öğrenciden hiçbir katkı alınmamalıdır. Vakıf kurucu veya kurucuları vakıf işletmesinden hiçbir kişisel gelir sağlayamazlar. Aynı şekilde, vakıf olarak kurulan bir hastanenin tüm gelirleri sadece sağlık hizmetlerine ve tıbbi gelişmelere harcanabilmelidir. Söz konusu alanlarda çalışmak isteyenlerin, bu faaliyetlerini şirket kurarak, ilgili mevzuat çerçevesinde, yatırımcı ve işletmeci olarak sürdürebilecekleri tabiidir.

Bu temel ilkelerden hareketle, hangi amaca yönelik olursa olsun şirketlerin yaptıkları bağışlar gider yazılamamalı, şahısların bağışları vergi matrahından düşürülememelidir. Her türlü bağış ancak vergisi ödenmiş net şahsi gelirlerden yapılmalıdır. Gelir vergisi ödendikten sonra herkesin net gelirini istediği gibi harcamak, vakfetmek, bağışlamak veya israf etmekte serbest olduğu kuşkusuzdur.

Aynı şekilde, merkezi idare, yerel yönetim ve bunlara bağlı tüm kamu kurum ve işletmelerinin, her hangi bir vakfa bağışta bulunması kesinlikle yasaklanmalıdır. Esasen devlet kurumlarının temel görevi her durumda vatandaşa yardım etmek, eğitim, sağlık gibi insanlara yararı olan her türlü faaliyeti gerçekleştirmek ve geliştirmektir. Kamu gelirleri esasen bu amaçla toplanmaktadır ve kamunun bunları gerçekleştirmek için aracıya ihtiyacı yoktur.

Bu çerçevede, devletin esas itibariyle en büyük vakıf olduğunu, vatandaştan sağladığı gelirin tümünü, zorunlu idari v güvenlik harcamaları dışında, vatandaşlarının hizmetine harcadığını, kâr etmek gibi bir amacının bulunmadığını tekrar vurgulayalım.

Ayrıca, devletin temel görevinin esas itibariyle, hiçbir vatandaşının yardıma ihtiyaç duymamasını sağlamak olduğunu da unutmamalıyız.

VERGİ DENETİMİNİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI

Liberal ekonomi kurallarının uygulandığı gelişmiş demokratik ülkelerde gelir kaynakları, vergi tahsilatı ve gelirin harcanması gibi konular, hukuk ilkeleri içinde, son derece ciddi ve hassas bir şekilde takip edilmektedir. Bu arada, söz konusu ülkelerde adalet kurumunun da görevini hızlı, adil ve etkin bir şekilde yerine getirdiğini hatırlatalım.

Gerçekten, adil bir vergi düzeni kurulamaz ve adalet sistemi gerektiği gibi işlemez ise, demokratik, insan haklarına saygılı bir düzen kurulamaz ve sürdürülebilir bir kalkınma ve refah toplumuna ulaşmak mümkün olamaz.

Bu çerçevede, özellikle dijitalleşmenin sağladığı olanaklardan da yararlanılarak, günümüz koşullarına uygun yeni bir vergi politikası oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bu husus gerçekleştirilemez ise, vergi kaçırılması ve kayıt dışılık devam edecektir.

Basitleştirilmiş, herkes tarafından kolay anlaşılabilir ve kabul edilebilir yeni bir vergi mevzuatının yürürlüğe girmesi gerekli, ancak yeterli, değildir. Aynı zamanda, vatandaşın,  ödediği vergilerin israf edilmeyeceğine ülke yararına harcanacağına ve bir bölümünün kendisine hizmet olarak geri döneceğine inandırılması da büyük ölçüde önem taşıyor. Bunu sağlamak için, Uzun yıllar atıl kalmış olan Maliye Müfettişliği kurumu ile Hesap Uzmanları Kurulu ve kamu kuruluşları teftiş heyetlerinin tekrar hayata geçirilmesi ve tecrübeli maliye müfettişi ve hesap uzmanlarının,  göreve geri dönmelerinin sağlanarak,  genç elemanların yetiştirilmelerinde de yardımcı alınmasının yararı tartışılamaz. Bu arada,  kamu denetçisi, vergi denetçisi, vergi kontrolörü ve vergi polisi gibi yeni kadroların oluşturulması ve  bu kadrolardaki elemanların tecrübe ve liyakatlerine göre farklı mali boyuttaki kurumların denetlenmesi ile görevlendirilmesi düşünülebilir

Maliye müfettişleri ve hesap uzmanları kurulları, bilgili, tecrübeli, liyakatli ve dürüst ve kamuya adanmış kadroları ile, geçmişte, bir yandan denetleme görevlerini yaparken, aynı zamanda, mali, ekonomik, muhasebe gibi ihtisas gerektiren alanlarda, kamu ve özel sektör kurumlarını eğiterek de ekonomimize yardımcı da olmuşlardır. Bu hususun, devletin yanı sıra, söz konusu kurumlar için yararları tartışılamaz. Söz konusu alanlarda tecrübesi olan uzmanlar, günümüz koşullarına uygun yeni kurumsal modelleri ve mesela teftiş kurumları arası iş bölümü ve işbirliği yöntemlerini kolaylıkla oluşturabileceklerdir.

Bakanlık ve diğer tüm kamu kurum ve kuruluşlarının hesap ve uygulamalarının denetimi ile görevlendirilecek teftiş heyetlerinin, tarafsız ve özerk merkezi bir yapıya kavuşturularak ilgili idarelerin yönetimine bağlı olmamaları da düşünülebilir.

Adil ve uygulanabilir bir vergi düzeninin getirilmesi ve etkin ve bağımsız bir vergi denetiminin tekrar oluşturulması sürdürülebilir bir kalkınmanın, refahın ve sosyal barışın sağlanmasına önemli bir katkı yapacağı kuşkusuzdur.

SONUÇ

Bütçe açığının sona erdirilmesi veya en aza indirilmesi vergi gelirlerinin artırılması, israfın sona erdirilmesi, kurumsal giderlerin kısıtlanması, sadece kısa sürede gelir getirecek yatırımların yapılması gibi konulardaki kararların, doğrudan siyasi tercihe bağlı olarak oluştuğu göz önünde tutulursa, bu alanda çok kısa sürede olumlu sonuçların alınmasının mümkün olduğu görülecektir.

Buna karşılık, cari açığa son vermek için daha yoğun çaba gerekiyor. Bu çerçevede, farklı önlemlerin alınması beklenirken, cari açığın en önemli nedeni dış ticaret açığının azaltılması amacıyla ilk önlem olarak, bazı ürünlerin gümrük vergisi oranlarına %25 ek vergi uygulanmalıdır. Söz konusu, ürünlerin seçimi büyük bir titizlikle yapılmalıdır.

Kamu, özel sektör ve tüm toplumun ithal malı tüketimini azaltması, sanayi ara malları ile tarımsal girdilerin, olanak ölçüsünde, yerli kaynaklardan sağlanması için ciddi çaba sarfedilmesi gerektiği kuşkusuzdur.

Bu arada, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinde üretim ve ihracatının teşvik edilerek artırılması ve aşırı açık verdiğimiz ülkelerle ikili ticaretimizde denge sağlanmasına çalışılması da yararlı olacaktır.

Bu yazımızda, vergi politikasının, ekonomik istikrar, sürdürülebilir kalkınma, toplumsal refah ve barış üzerindeki etkilerini incelemeye çalıştım. Adil, gerçekçi ve çağdaş dünyada uygulananlara benzer bir vergi politikasının ekonomik ve sosyal açıdan ülkemize ve halkımıza çok önemi yararlar sağlayacağına inandığımı özellikle belirtmek isterim.

İstemi Parman                                                                                                                                           İstanbul, mayıs 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaşın

İlişkili Makaleler

CUMHURİYETİMİZİN İKİNCİ YÜZYILINA DAİR
14 Mayıs seçimleri: Yeni bir yol ayrımı
BOŞ KONUT VE İŞYERLERİNİN VERGİLENDİRİLMESİ

About Author

admin